Cevap: Mehdı as'e daır ayetler
Ayetlerden sonuç almak için evveli ve sonrasını okumak faydalıdır. Şimdi verilen ayetlere bakalım aynı sonucu alacakmıyız.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
Necm suresi ayet 1
Battığı zaman yıldıza andolsun;
İbn Abbas, Mücahid ve Süfyan-ı Sevri, "en-Necm" kelimesiyle Süreyya Yıldızı'nın kastolunduğunu öne sürerlerken, İbn cerir ve Zamahşeri de aynı görüşü paylaşmışlardır. Çünkü Arapça'da (en-Necm) kelimesi genellikle Süreyya Yıldızı için kullanılır. Suudi ise, "en-Necm" kelimesiyle Zühre Yıldızı'nın kastedildiği kanaatindedir. Ebu Ubeyde Nahvi'ye göre de, en-Necm yıldızların bir cinsi olması hasebiyle, burada, ayetin anlamı "Tüm yıldızların sabahleyin battığı zamana yemin olsun ki" şeklindedir. Mahal itibarıyla son görüş kabul edilmeye daha uygundur.
Necm suresi ayet 2
Sahibiniz (olan peygamber) şaşırıp-sapmadı ve azmadı.
Burada muhatab Hz. Muhammed (s.a) ve dolayısıyla Kureyşlilerdir. "Sahibüküm"; yani "sizinle birlikte uzun müddet yaşamış olan arkadaşınız Muhammed". Burada, "Rasûlüllah" ya da "Rasûlümuz" şeklindeki ifadeler yerine, "arkadaşınız" şeklinde bir ifade kullanılmış olmasının ardında, derin anlamlar gizlidir. Çünkü böyle bir nitelemeyle, Kureyşlilere sözkonusu kişinin yani Hz. Peygamber'in (s.a) yabancı biri olmadığı, aksine herkes tarafından yüksek meziyetleri ve yüce ahlâkı bilinen, kendi kavimlerine mensup birisi olduğu vurgulanmaktadır. "Hakkında uydurduğunuz yalan, iftira ve ithamları, yakından tanıdığınız böyle birine, hiçbir surette yakıştırmanız mümkün değildir."
İşte batan yıldızlar üzerine yemin edilmesinin asıl nedeni budur. "zalle", bir kimsenin doğru yolu bilmeden "gaveyyün" ise bilerek yanlış bir yolu seçmesi anlamına gelebilir. Yani, denilmek isteniyor ki, "Hz. Muhammed (s.a) sizlerin bilmediği, tanımadığı bir kimse değildir. Dolayısıyla O'nu sapıklıkla suçlamanız, sadece bir iftiradır." Bu husus hakkında batan yıldızlar üzerine yemin, şu münasebetle edilmiştir. "Bilindiği gibi, gece gökyüzü yıldızlarla dolu olsa bile insan yine de herşeyi net bir şekilde göremez. Sözgelimi yıldızların etrafı oldukça aydınlattığı bir gecede dahi, bazen bir ağaç uzaktan bir korkuluk gibi, bir ip yılan gibi, bir tepe ise büyük bir hayvan gibi görülebilir. Fakat yıldızlar batıp, ortalığı gündüzün aydınlığı sardığında herşey yerli yerinde, net bir şekilde görünür ve hiçbir şeyin hüviyetinden şüphe edilemez. Hz. Peygamber'in (s.a) hayatı da işte böyle, tıpkı gündüz gibi apaçıktır. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi, arkadaşınız fıtratı temiz, akıllı ve kavrayışı derin birisidir. Bu özelliklerine rağmen, Onun doğru yoldan saptığından nasıl kuşku duyulabilir? Ayrıca sizler, Onun gayet dürüst ve iyiniyet sahibi bir kişiliği olduğunu da bilirsiniz. O halde, yüksek meziyetleri olan, iyiniyetli, fıtratı temiz bir insanın doğru yoldan saptığını ve hatta başkalarını da saptırmaya çalıştığını nasıl iddia edebilirsiniz?
Necm suresi ayet 3
O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz.
Necm suresi ayet 4
O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir.
Yani, sizler, Hz. Muhammed'e (s.a) sırf insanlara Kur'an'ı tebliğ ettiği için öfke duyuyorsunuz. Oysa bu Kur'an'ı O uydurmamıştır ve onu kendi çıkarları için tebliğ etmemektedir. Bu Kur'an, Ona Allah tarafından vahyolunmuştur ve vahyolunmaya devam edilmektedir. O, Peygamberliğini Peygamber olma hevesiyle değil, Allah kendisine emrettiği ve Risaleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, sizlere bir Peygamber sıfatıyla tebliğ etmektedir. İslâm'ın, Tevhid, Ahiret, Kıyamet gününde ceza ve mükafatın verileceği haberi, kainatta insanın bulunduğu mevki ve salih bir hayat sürmenin prensipleri hakkındaki mesajı, Onun kendi uydurduğu düşünceler olmayıp, Allah'ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a) sizlere tebliğ ettiği bu Kur'an kendisine Allah tarafından nazil olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Dolayısıyla sizlere tebliğ ettiği bu hakikatler bir ilme dayanmaktadır.
"O hevadan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka değildir."
Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Hz. Peygamber'in (s.a) tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber'in (s.a) sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah'ın vahyidir?" Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur'an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir. Hz. Peygamber'in (s.a) kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:
1) Hz. Peygamber'in (s.a) İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.
Bir bakıma Hz. Peygamber, (s.a) Allah'ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur'an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber'in (s.a) söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur'an ve Hz. Peygamber'in (s.a) sözleri arasındaki fark, Kur'an'ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber'in (s.a) izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur'an'a, "Vahyi Celî" Hz. Peygamber'in (s.a) bu tür sözlerine de "Vahyi Hafî" denilir.
2) Hz. Peygamber'in (s.a) Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (s.a) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler "Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah'ın vahyi midir?" diye sormuşlar, O da "Benim sözümdür." karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (s.a.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in (s.a.) sözleri hevasından olmayıp, Allah'ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. "Hz. Peygamber'in (s.a.) her söylediği vahiy midir?" sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah'ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler "vahyi hafî" grubuna girer.
İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O'na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah'ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah'ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını "Vahyî Celî" ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah'ın (s.a) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah'ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi.
3) Hz. Peygamber'in (s.a) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah'ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber'i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber'in (s.a.) Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) "Ben Hak'tan başka hiç bir şey söylemem" dediğinde ashabtan biri "Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz" diye sorunca O, "Ben gerçekten de Hak'tan başka bir şey söylemem" demiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) Amr b. el-As'ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: "Ben Hz. Peygamber'in (s.a.) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, "Sen Rasûlullah'ın (s.a) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur" deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah'a arzettim. Bunun üzerine O, "Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak'tan başka birşey çıkmaz" dedi.
Cevap: Mehdı as'e daır ayetler
Ali imran suresi ayet 80
O, melekleri ve peygamberleri sizin Rabler edinmenizi emretmez. Siz, müslümanlar olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?
Bu iki ayet, birçok topluluğun peygamberlerine atfettikleri yanlış sıfatların, bir meleği veya bir peygamberi ilâh veya tapınma nesnesi yapmak için Kitap'ta yaptıkları değişiklikerin toptan reddedilişidir. Burada önemli bir formül gözler önüne serilmektedir. Allah'tan başkasına ibadeti öğreten ve Allah'ın bir kulunu ilâhlık makamına yücelten hiçbir mesaj Allah'ın talimatı olamaz. Bu nedenle bir kitapta böyle bir şeyin varlığı, onun sonraki yılarda sapık bir kimse tarafından kitaba eklendiğinin açık bir delili olarak görülmelidir. O halde "Allah'ın oğlu olma veya O'na eşit olma" iddiası hiçbir şekilde Hz. İsa'nın (a.s) kendisi tarafından ortaya konulmuş olamaz. Ancak O'nun sapık takipçilerinden biri bunu uydurmuş olabilir.
Ali imran suresi ayet 81
Hani Allah peygamberlerden 'kesin bir söz (misak) ' almıştı: "Andolsun size Kitap ve hikmetten verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksanız." Demişti ki: "Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?" Onlar: "İkrar ettik" demişlerdi de "Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte şahid olanlardanım" demişti.
Bu şu anlama gelir: "Ey kitap ehli! Siz, kendi peygamberinize verdiğiniz sözle Muhammed'e (s.a) inanmak ve O'na yardım etmekle yükümlüsünüz. Çünkü biz her peygamberden (ve onlara uyanlardan) , yeryüzünde bizim öngördüğümüz hayat tarzını kurmak ve tebliğ etmek için tarafımızdan gönderilen her peygambere yardım etmeleri konusunda söz aldık. Bu nedenle siz O'na karşı önyargılı olmamalısınız, dini de kendi tekelinizde sanmamalısınız; Hakk'a karşı çıkmak yerine, Hakk'ı yaymak amacıyla ortaya çıkan bayraktarın sancağı altında toplanmalısınız."
Bu bağlamda bu sözün Hz. Muhammed'den (s.a) önce gelen bütün peygamberlerden alındığını açıkça belirtmekte yarar var. Böylece her peygamber kendinden sonra gelecek olan peygamberi halkına haber vermiş ve onlardan, gelen peygambere uymaları istenmiştir. Fakat Hz. Muhammed'den (s.a) de böyle bir söz alındığını bildirir bir delile, ne Kur'an'da, ne de hadislerde rastlanmamaktadır. O, ümmetine kendisinden sonra bir peygamber geleceğini de bildirmemiştir. Aksine O, peygamberlerin sonuncusu olduğunu söylemiştir.
Ali imran suresi ayet 82
Artık kim bundan sonra sırt çevirirse, onlar fasık olanlardır.
Bu, Ehl-i Kitab'ın, Hz. Muhammed'e (s.a) karşı çıkıp O'nun davetini reddederek Allah'a verdikeri sözü tutmadıkları anlamına gelir. Onlar kendi peygamberlerinin Allah'la yaptığı sözleşmeyi önemsemiyorlardı. Bu nedenle onlar, Allah'ın koyduğu sınırları aşan azgın ve sapıklardır.
Ali imran suresi ayet 83
Peki onlar, Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülmektedirler.
Yani, "Bütün kâinat ve onun içindekiler İslâm'a uyup Allah'a teslim olurken, aynı kâinatta yaşayan bu kâfirler İslâm'dan başka hangi hayat nizamına uymaya çalışıyorlar?"
Cevap: Mehdı as'e daır ayetler
AHZAB SURESİNDEN
6- Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri (akrabalar) de, Allah'ın Kitabında birbirlerine öteki mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza maruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitapta yazılmış bulunmaktadır.
Yani, "Hz. Peygamber'in (s.a) Müslümanlarla, Müslümanların da Hz. Peygamber'le (s.a) olan ilişkileri, diğer insan ilişkilerinin ötesinde yüce bir özelliğe sahiptir. Hz. Peygamber'le (s.a) müminler arasındaki bu ilişki ile karşılaştırılabilecek başka hiçbir ilişki yoktur. Hz. Peygamber müminlere, ailelerinden, hatta kendi nefislerinden bile daha müşfik, yumuşak ve merhametlidir. Aileleri, eşleri ve çocukları onlara zarar verebilir, onlara bencilce davranabilir, onları yanıltabilir, onların hata ve günah işlemelerine neden olabilir ve onları cehenneme sürükleyebilirler.
Fakat Peygamber (s.a) başkadır: O, sadece müminleri ebedi saadet ve huzura yöneltecek davranışlarda bulunur. Müminler kendi felaketleri ile sonuçlanan hatalar işleyebilirler, fakat Hz. Peygamber (s.a) onlar için sadece iyi ve hayırlı olanı diler. Durum böyle olduğuna göre, Hz. Peygamber'in (s.a) müminler tarafından ailelerinden, çocuklarından, hatta kendi nefislerinden bile önde tutulmaya hakkı vardır. Müminlar, onu dünyadaki herkesten, herşeyden daha çok sevmeli; onun seçim ve hükmünü kendilerinkine tercih etmeli ve onun verdiği her emre boyun eğmelidir.
Buhari ve Müslim'in değişik lafızlarla rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Hiç biriniz, ben kendisine, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçek bir mümin olamazsınız."
Yukarıda değinilen özel ilişki nedeniyle Hz. Peygamber'in (s.a.) eşleri müminlere gerçek anneleri gibi haramdır, yani onlarla evlenemezler. Bu durum sadece Peygamber'e (s.a.) mahsus bir durumdur.
Bu hususta, Hz. Peygamber'in hanımlarının Müslümanların onlara saygı göstermesi ve hiçbir Müslümanın onlarla evlenememesi anlamında müminlerin anneleri olduğuna dikkat edilmelidir. Diğer meselelerde müminlerin kendi anneleri gibi değildirler. Mesela, gerçek akrabaları dışında bütün Müslümanlar onlara namahremdir, yani onların yanında tesüttürlü bulunmalıdırlar. Peygamber'in (s.a) eşlerinin kızları müminlerin gerçek kızkardeşleri gibi değildir, yoksa hiçbir Müslüman onlarla evlenemezdi. Onların kız ve erkek kardeşleri müminlerin teyze ve dayıları gibi de değildir. Gerçek akrabası olmadıkça hiç kimse Peygamber'in (s.a) eşlerine varis olamaz.
Bu hususta dikkati çeken bir nokta da, Kur'an'a göre bu statünün Hz. Aişe (r.a) dahil peygamber'in (s.a) bütün eşlerini kapsıyor olmasıdır. Fakat (Müslümanlardan) bir fırka, Hz. Ali'yi, Hz. Fâtıma'yı (r.a) ve onların çocuklarını imanlarının merkezi yaptıklarında, bütün dini onların etrafında bina ettiklerinde ve Hz. Aişe (r.a) dahil birçok sahabeyi bir alay ve lanet hedefi kıldıklarında, bu ayet onlara bir engel teşkil etmektedir. Çünkü bu ayete göre Müslüman olduğunu söyleyen herkes Hz. Aişe'yi (r.a) annesi olarak kabul etmek zorundadır.
Bu yüzden bu zorluğu çözümlemek amacıyla çok garip bir iddia öne sürülmüştür: Hz. Peygamber (s.a) , Hz. Ali'ye (r.a) , ölümünden sonra eşlerini boşama veya müminlerin annesi pozisyonunda bırakma yetkisi vermişti. Ebu Mansur Ahmet bin Ebu Talib Tebrizî, bunu Kitab'ül-İhticac adlı eserinde yazmış ve Süleyman bin Abdullah el-Behrâni, Hz. Peygamber'in (s.a) , Hz. Ali'ye (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey Ebu'l-Hasan; bu şeref, biz Allah'a itaatte sebat ettiğimiz sürece devam edecektir. Bu nedenle, benden sonra sana karşı gelerek Allah'a isyan eden eşlerimden dilediğini boşayabilir ve onu müminlerin annesi olma şerefinden mahrum bırakabilirsin."
Bu hadis, isnad kurallarına göre bile uydurma bir hadistir. Fakat bu surenin 28-29 ve 51-52 ayetleri incelendiğinde, bu hadisin Kur'an ayetlerine de muhalif olduğu görülür. Çünkü "muhayyerlik" ayetinin (an.29) nüzulünden sonra, artık Hz. Peygamber'in (s.a) her tür zorluğa rağmen kendisiyle kalmayı seçen eşlerinden herhangi birini boşama hakkı yoktur. Ayrıntılı açıklama için bkz. yukarıda an:42 ve aşağıda an:93.
Bunların yanısıra, eğer önyargısız bir kimse hadisi dikkatle incelerse, hadisin çok saçma ve Peygamber'in (s.a) şahsiyetini alçaltıcı nitelikte olduğunu anlar. Allah'ın Rasûlü'nün (s.a) derece ve pozisyonu çok yücedir. Sıradan bir insana bile ölümden sonra karısını boşamayı düşünmesi ve eşiyle onun arasında bir anlaşmazlık çıktığında yeğenine eşini boşama hakkı ve yetkisi vermesi yakıştırılamaz. Bu da, bu fırkaların Ehli Beyt'in Hz. Peygamber'in (s.a) , hatta İlahi Kanun'un şeref ve saygınlığı konusunda ne düşündüklerini göstermektedir.
Ayet şu anlama gelir: Peygamber (s.a) için Müslümanların onunla ilişkileri eşsiz bir niteliğe sahiptir. Fakat sıradan Müslümanlar sözkonusu olduğunda, onların arasında ilişki, akrabalık ilişkilerinin diğer ilişkilerden önce gelmesi ilkesine dayanır. Eğer kişi kendi ailesinin, çocuklarının, kız ve erkek kardeşlerinin ihtiyaçlarını görmezden gelir ve başkalarına sadaka verirse, bu sadaka doğru değildir. Zekât da ilk planda fakir akrabalara, daha sonra diğer fakir ve muhtaçlara verilir. Miras, ölenle akrabalığı bulunan yakınlar arasında paylaştırılır. Diğer kimselere ise ölen kişi, hediye olarak servetinden bir miktar verebilir. Fakat ölenin hiçbir şekilde, kendi akrabalarını mahrum bırakıp herşeyini başkalarına verme hakkı yoktur.
Bu ilahi emirden sonra hicreti müteakip Muhacirlerle Ensar arasında kurulan "kardeşlik" müessesi de ortadan kalkmıştır. Çünkü bu müesseseye göre Muhacir ve Ensar, bu iman kardeşliğine dayanarak birbirlerinin varisi olabiliyorlardı. Allah, mirasın sadece kan bağı ilkesine dayanılarak paylaştırılmasını emretmiştir. Bununla birlikte bir kimse iman kardeşine dilerse hediye olarak yardımda bulunabilir.
7- Hani biz peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.
Allah, bu ayetle diğer peygamberlerden aldığı gibi Hz. Peygamber'den (s.a) de sağlam ve güvenli bir söz aldığını hatırlatmaktadır. Bir önceki ayet incelendiğinde bu misakın şu anlama geldiği anlaşılır: "Peygamber ilk planda kendisî Allah'tan gelen her emre uyup itaat etmeli, daha sonra da başkalarını bu emre uymaya çağırmalıdır. O, Allah'ın emirlerini diğerlerine aktaracak ve onları uygulamada zorlama konusunda hiçbir gevşeklik göstermeyecektir." Bu ahde, Kur'an'da daha bir çok yerde değinilmektedir:
1) "Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri size din olarak buyurmuştur. (Ey Muhammed) şimdi sana da vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya buyurduk ki: 'Dini ikame edin, onda ayrılığa düşmeyin'." (Şura: 13)
2. "Hani Allah Ehli Kitap'tan ahid almış ve onlara: "Onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz." diye emretmişti." (Al-i İmran: 187)
3) "Hani Allah İsrailoğulları'ndan söz almıştı: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin..." (Bakara: 83)
4) "Onlardan 'Size verdiğimiz kitaba sıkıca sarılın, içinde olanı düşünün ki kötü yollardan sakınanlardan olasınız.' diye ahid almıştık." (A'raf: 169-171) .
5. "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın ve "işittik, itaat ettik" diye söz verdiğinizi unutmayın." (Maide: 7)
Burada Allah'ın yapılan ahdi hatırlatmasının nedeni, Hz. Peygamber'in (s.a) bir cahiliye adeti olan evlatlık kurumunu kaldırmakla İslam düşmanlarının bundan yararlanacağından korkarak tereddüt etmesidir. Şu düşünceden çekiniyordu: "Mesele, bir kadınla evlenme meselesi. Ben bu meseleyi sadece sosyal bir reform olarak ele alıyorum. Fakat islâm düşmanları benim bunu şehevî duygularımı tatmin etmek için yaptığımı ve ıslahatçı kisvesi altında başkalarını kandırdığımı söyleyecekler." işte bu nedenle Allah, Peygamber'i (s.a) şöyle temin etmektedir:
"Sen bizim tarafımızdan tayin edilmiş bir peygambersin. Diğer peygamberler gibi sen de, bizim verdiğimiz her emre uyacağına dair verdiğin sağlam söze bağlısın. Bu nedenle başkalarının iftira ve suçlamalarına aldırmamalı, başkalarının alaylarından korkmamalı ve senden istediğimizi hiç tereddüt etmeksizin yerine getirmelisin."
İnsanlardan bazıları bu misakın (sağlam söz) , Hz. Muhammed'den (s.a) önce gelen bütün peygamberlerden ve onların kavimlerinden, Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğine inançlarına ve onunla işbirliği yapacaklarına dair alınan ahid olduğu görüşündedirler. Bu yoruma dayanarak, peygamberlik kapısının hâlâ açık olduğunu ve Hz. Peygamber'in (s.a) de, ümmetinin kendisinden sonra gelecek peygambere inanacağına dair söz verdiğini iddia ederler. Fakat ayetin geçtiği konunun bütünlüğü içinde bakıldığında bu tefsirin tamamen yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Konu içinde Hz. Muhammed'den sonra peygamber geleceğine ve onun ümmetinin gelecek peygambere inanması gerektiğine işaret eden hiçbir ifade yoktur. Eğer ayet bu anlamda okunursa, ilgisiz ve manasız olmaktadır. Bundan başka, ayette geçen sözlerde bu misak ile hangi sözleşmenin kastedildiğine dair bir işaret de yoktur. O halde, bu misakın (sağlam söz) mahiyetini anlayabilmek için Kur'an'da, peygamberlerden alınan sözlere değinen diğer ayetlere bakmalıyız. Eğer Kur'an'da sadece bir tür misaktan, yani insanların daha sonra gelecek peygamberleri tasdik edeceklerine dair verdikleri sözden bahsediliyorsa, o zaman burada da misak ile aynı şeyin kastedildiğini düşünmek doğru olur. Fakat Kur'an'ı açık bir zihinle inceleyen herkes, Kur'an'da peygamberlerden ve ümmetlerinden alınan birçok farklı misaktan (sağlam söz) bahsedildiğini bilir. O halde bu birbirinden farklı misaklardan sadece burada konunun akışına uygun olanını ve konu içinde anlamsız kalmayanını kabul etmek zorundayız. Bu tür yanlış tefsirler, Kur'an'dan hidayet almayı değil, onu değiştirerek yorumlamayı amaçlayan kişilerin kafa yapısını göstermektedir.
8- Doğru olanlara doğruluk (ve bağlılık) larını (Allah'ın) sorması için. Kâfirlere ise acıklı bir azab hazırlamıştır.
Yani, "Allah sadece misak almakla kalmamıştır, bu söze ne kadar uyulduğunu da sorgulayacaktır. O zaman sadece Allah'a verdiği söze sadık kalanların sadık kullar oldukları açıklanacaktır."
(1-8) ayetlerde bahsi geçen konunun iyi anlaşılabilmesi için bu ayetlerin, aynı surenin 36-41. ayetleri ile birlikte okunması gerekir.
Cevap: Mehdı as'e daır ayetler
AHZAB SURESİNDEN
39- Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.
Metindeki sözler iki anlama gelebilir:
1) Allah'ın her korkuya ve tehlikeye mukavemet etmeye gücü yeter.
2) Hesap görücü olarak Allah yeter:
Hiç kimseden değil, Allah'a hesap vermekten korkulmalıdır.
40- Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.
Bu bir tek cümle, İslâm düşmanlarının Hz. Peygamber'in (s.a) evliliği ile ilgili yönelttikleri suçlamaları bertaraf etmektedir.
Onların karşı çıktığı ilk nokta, Hz. Peygamber'in (s.a) İslâmî kurallara göre oğlunun karısı ile evlenmek haram olduğu halde, gelini ile evlenmiş olmasıydı. Bu itiraza şöyle cevap verilmektedir: "Muhammed (s.a) sizin erkeklerinizden birinin babası değildir." Yani Zeyd, onun gerçek oğlu değildi, bu nedenle onun dul karısıyla evlenmesi haram değildir.
İslâm düşmanlarının ikinci itirazı, evlatlığı, onun asıl oğlu değilse bile onun karısıyla evlenmemesi gerektiğiydi. Bu itiraza da "... fakat o Allah'ın Rasûlüdür." ifadesi ile cevap vermektedir. Yani gelenek ve adetlerin haram kabul ettiği helal birşey hakkındaki tüm önyargıları ortadan kaldırmak ve onun helal olduğunu tekrar ilan etmek Allah'ın Rasûlü olarak onun göreviydi.
Bu nokta "... ve (o) peygamberlerin sonuncusudur" denilerek vurgulanmaktadır. Yani, Allah'ın Rasûlü olmasının yanısıra, ondan sonra onun eksik bıraktığı sosyal reformları tamamlayabilecek bir peygamber daha gelmeyecektir. Bu nedenle bu yerleşmiş kötü geleneği bizzat ortadan kaldırması bir nebze daha zaruri olmaktadır.
Yine bu noktayı vurgulamak amacıyla Allah herşeyi bilendir," denilmektedir. Yani, bu adetin olduğu gibi bırakılması yerine, neden bizzat Hz. Muhammed (s.a) vasıtasıyla ortadan kaldırılması gerektiğini en iyi bilen yine Allah'tır. O, Hz. Muhammed'den (s.a) sonra peygamber gelmeyeceğini bilmektedir. Bu nedenle eğer Allah bu cahiliye adetini son peygamberi ile ortadan kaldırmazsa, ondan sonra hiç kimse bu adeti Müslümanlar arasından ebediyen kaldıramayacaktır. Daha sonra gelen ve insanların ıslahı için uğraşan kimseler bu adeti ortadan kaldırsalar bile, bu teşebbüslerden hiçbiri her çağ ve her toplulukta uygulanabilirliğe ve bir kalıcılığa sahip olmayacak ve bu ıslahatçılardan hiçbiri, yaptığı davranış (sünnet) ile insanların kafasındaki bütün şüphe ve önyargıları silebilecek kadar güçlü ve kutsi bir şahsiyete sahip olamıyacaktır.
41- Ey iman edenler, çokça zikretmek suretiyle Allah'ı zikredin.