Cevap: Müslüman Şahsiyet..
İslâmî Şahsiyet
İslâm, diğer şahsiyetlerden tamamen farklı ve seçkin bir şahsiyet oluşturmakla insanı eksiksiz bir şekilde tedavi etmiştir. İslâm, İslâm akidesini, üzerine fikirlerini oturtacağı ve bu esasa göre de mefhumlarını oluşturacağı “fikri kaide” haline getirmiştir. İslâm akidesiyle ölçmek suretiyle doğru fikir ile yanlış fikir birbirinden ayırt edilir. Fikri kaide olmasından dolayı fikirler, İslâm akidesi üzerine bina edilir. Bu akide üzere zihniyet meydana gelir. İnsan, bu fikri kaide ile seçkin bir zihniyete sahip olur. Kendinde fikirler için doğru ölçüler bulunur. Böylece fikir sapmasından emin olur. Bozuk fikirleri reddeder. Doğru fikir ve sağlam bir kavrayış üzerinde kalır.
Aynı zamanda İslâm, insanın içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan davranışlarını, bu akideden çıkan şer’i hükümlere göre dosdoğru bir şekilde tedavi eder. İç güdüleri en güzel bir şekilde düzenleyip onları ne baskı altında tutar ne de tamamen salıverir. İnsan için, huzur ve istikrar sağlamaya yönelik olarak ihtiyaçlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde doyurabileceği bir ortam hazırlar. İslâm, İslâm akidesini akli bir akide olarak düzenledi. Böylece İslâm akidesi, fikirleri ölçmek için fikri kaide olmaya elverişli hale geldi. Aynı zamanda bu akideyi, insan, hayat, kâinat hakkında külli bir fikir haline getirdi. Bu külli fikir ile kâinatta yaşayan canlı bir varlık olan insanın içindeki ve dışındaki problemlerini çözüme kavuşturdu ve İslâm’ı, genel bir mefhum olmaya elverişli hale getirdi. Yani İslâm’ı, yönlendirici faktörler ile mefhumlar arasında sentez sağlama işlemi esnasında doğal olarak kullanacağı, eğilimleri için bir esas olarak alabileceği ölçü haline getirdi. Böylece İslâm, insanda, mefhumları ve eğilimleri için kesin bir ölçü olarak kullanabileceği, aynı anda zihniyeti ve nefsiyeti için de geçerli olabilecek kesin bir kaide meydana getirdi. Bu şekilde de diğer şahsiyetlerden tamamen farklı seçkin bir şahsiyet oluşturdu.
Buna göre İslâm’ın, İslâm akidesi ile İslâm şahsiyetini oluşturduğunu, aynı akide ile insanın zihniyetini ve nefsiyetini meydana getirdiğini görüyoruz. Bundan dolayı İslâmi zihniyet, yalnızca İslâm’a göre düşünen zihniyettir. İslâmi zihniyet sadece düşünen ve bilen zihniyet değil, hayat hakkındaki düşünceleri için genel ölçü olarak sadece İslâm’ı ölçü kabul eden zihniyettir. Hem ameli, hem de vakıa ile ilgili düşüncelerinin tamamı için İslâm’ı ölçü olarak ele almadıkça insanda İslâmi zihniyet/düşünüş biçimi meydana gelmez.
İslâmi nefsiyet ise bütün eğilimlerini İslâm esası üzerine kuran nefsiyettir. Yani sadece şiddetli ve tutucu bir şekilde kendisini ibadete vermek değil, doyurulmak istenen ihtiyaçlarının tamamı için yalnızca İslâm’ı genel ölçü haline getiren nefsiyettir. Pratikte ve gerçekte ihtiyaçlarının tamamını İslâmi ölçülere göre doyuran kimsede İslâmi nefsiyet meydana gelir. Alim veya cahil oluşuna bakılmaksızın farzları ve mendupları yerine getiren, haramları ve mekruhları terk eden veya bunlarla beraber müstehab olan itaatları yapan ve şüphelerden kaçınan kimsede, bu zihniyet ve nefsiyet ile “İslâm şahsiyeti” oluşur. Bu tür niteliklere sahip olan herkeste “İslâm şahsiyeti”nin varlığından bahsedebiliriz. Çünkü İslâm’a göre düşünen ve hevasını İslâm’a uyduran herkes İslâm şahsiyetine sahiptir.
Evet İslâm, bu zihniyetin gelişmesi, her fikri ölçmede yeterli güce sahip olabilmesi için kişinin İslâm kültüründen daha fazla beslenmesini emretmektedir. Yine İslâm, İslâm’a ters düşen her eğilimi reddedebilme gücüne sahip olabilmesi ve bu nefsiyeti kuvvetlendirebilmesi için farzlardan öte şeyleri, mendupları ve mustehapları yapmayı emretmekte ve haramlardan öte şeyleri, mekruhları da yasaklamaktadır. Ancak bütün bunlar şahsiyeti yükseltmek ve en üst seviyeye ulaştırma yolunda yürümek için vardır. Fakat bu ifade, bu niteliklere sahip olmayanlarda İslâm şahsiyetinin olmadığı anlamına gelmez. Davranışları ile İslâm’a bağlı kalan avamdan kimseler ve sadece farzları yerine getirmek, haramları da terk etmekle yetinen eğitim görmüş kimseler de İslâm şahsiyetine sahiptirler. Her ne kadar kuvvet bakımından aralarında fark olsa da bunların tamamı İslâm şahsiyetine sahip kimselerdir. Bir insanın İslâmi şahsiyete sahip olmasına hüküm verirken önemli olan, kişinin düşüncelerine ve eğilimlerine İslâm’ı esas kılmasıdır. İslâmi şahsiyetler, İslâmi zihniyetler ve İslâm’ı nefsiyetler arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. “İslâmi şahsiyeti” melek olarak tasavvur eden bir çok kimse de bu nedenle yanılmaktadır. Kesinlikle insanlar arasında melek bulunmadığı halde melekler arayanların topluma vermiş oldukları zarar gerçekten de pek büyüktür. Hatta kendilerinde bile böyle bir özelliği bulamadıkları için ümitsizliğe düşmekteler ve ellerini Müslümanlardan çekmektedirler. Bu hayalciler İslâm’ın ancak hayal olduğunu, İslâm’ın yüksek ideallerden ibaret olduğunu dolayısıyla insanın İslâm’ı hayatta uygulamasının ve bu uygulamalara sabretmesinin mümkün olmadığını ispatlamaya çalışırlar. Böylece insanlar İslâm’dan, yüz çevirmekte bir çoklarını İslâm’ı yaşamaktan uzaklaştırarak onları amelde felce uğratmaktadırlar. Halbuki İslâm, uygulanmak için gelmiş pratik bir din olup vakıadaki problemleri tedavi eden, uygulanması zor olmayan bir dindir. Kişi İslâm akidesini idrak ettikten sonra İslâmi şahsiyete sahip olunca, insandaki düşünce ne kadar zayıf olursa olsun veya içgüdü ve organik ihtiyaçları ne kadar kuvvetli olursa olsun her insan İslâm’ı kolaylıkla kendisine uygulayabilir. Çünkü, İslâm akidesini mefhumları ve eğilimleri için ölçü olarak almakla ve bu doğrultuda yürümekle kesinlikle İslâm şahsiyetine sahip olur. Artık bundan sonra yapacağı şey zihniyetini geliştirmek için İslâmi kültürünü, nefsiyetini kuvvetlendirmek için de itaatını artırmak, yükselme yolunda yürümek, bu yolda sebat göstermek, hatta yücelerin yücesine yürümektir. Çünkü o, fikirlerini İslâm akidesi ile tedavi etmiştir. İslâm akidesini, hayat hakkındaki fikirlerini üzerine bina edeceği fikri kaide haline getirmiştir. İslâm akidesini, üzerine düşüncelerin oturtulacağı fikri kaide haline getirip, fikirleri İslâm akidesi ile ölçtüğünde doğru fikir ile yanlış fikir arasında ayırımı yapabilecek kimse olur. Böylece fikir hatasına düşmekten emin olur. Bozuk fikirlerden kendisini korur, doğru fikir ve sağlam idrakla başbaşa kalır. Meyillerini şer’i hükümlere göre tedavi etmekle de içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan amellerini tedavi anında, içgüdüleri yok ederek, baskı altında tutarak veya tamamen başıboş bırakarak değil, onları düzene sokarak dosdoğru bir şekilde tedavi etmiş olur. İnsan için, açlıklarının tamamını birbiriyle uyumlu, insanda istikrar ve huzur sağlamaya yönelik bir şekilde doyuracağı ortam hazırlar. Böylece akla ve delile dayalı olarak İslâm’a sımsıkı sarılan Müslüman, İslâm’ı eksiksiz bir şekilde hayatında uygular ve Allah’ın hükümlerini doğru şekilde anlar. Üstelik bu Müslüman, İslâm akidesini düşüncelerine esas almakla İslâmi zihniyete sahip, İslâm akidesini meyilleri için esas almakla da İslâmi nefsiyete sahip olur. Diğer şahsiyetlerden apayrı bir şahsiyet haline gelir. Bu nedenle İslâm şahsiyetine sahip olanlar için özel sıfatlar vardır. İnsanlar arasında bu ayrıcalıkları ile tanınırlar ve onlar adeta insanlar içinde özel alametleri ile belirginleşirler. Müslümanın sahip olduğu bu sıfatlar, Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı kalmasının ve Allah ile olan bağını idrak etmesine binaen, amellerini Allah’ın emir ve yasaklarına göre yürütmesinin kesin sonucudur. Bu nedenle Müslüman, şer’i hükümlere ancak Allah’ın rızasını kazanmak için bağlanır.
Cevap: Müslüman Şahsiyet..
Müslüman, İslâmi zihniyete ve İslâmi nefsiyete sahip olduğu zaman, kendinde merhameti ve sertliği, takvayı ve nimetleri bir arada toplayabilen, hayatı doğru bir şekilde anlayan, gerektiği kadar dünyaya yönelen, ahireti kazanmak için bütün gücüyle çalışan aynı anda hem asker hem de lider olmaya elverişli şahsiyet olur. Ona ne dünyaya tapanların sıfatları, ne Hint çilekeşliği (fakirliği) ne de dünyadan elini eteğini çeken kimsenin hali etki edebilir. O, cihadda kahraman iken aynı zamanda mihrabın dostudur. Güçlü olduğunda da mütevazidir. Liderlik ile fakihliği, ticaret ile siyaseti bir arada barındırır. Onun özelliklerinin en üstünü onu yoktan yaratan yaratıcısı Allah’ın kulu olmasıdır. Bunun için onu, namazında huşuda, yüreği Allah korkusu ile dolu, boş sözlerden yüz çeviren, zekâtını veren gözünü haramdan çeviren, kendisine verilen emanetleri muhafaza eden, ahdine vefakâr, verdiği sözü yerine getiren ve Allah yolunda cihad eden bir kimse olarak bulursun, İşte Müslüman budur. İşte mü’min budur. İnsanı, insanoğlunun en hayırlısı kılan, İslâm’la yoğrulmuş İslâm şahsiyeti işte bslüman, İslâmi zihniyete ve İslâmi nefsiyete sahip olduğu zaman, kendinde merhameti ve sertliği, takvayı ve nimetleri bir arada toplayabilen, hayatı doğru bir şekilde anlayan, gerektiği kadar dünyaya yönelen, ahireti kazanmak için bütün gücüyle çalışan aynı anda hem asker hem de lider olmaya elverişli şahsiyet olur. Ona ne dünyaya tapanların sıfatları, ne Hint çilekeşliği (fakirliği) ne de dünyadan elini eteğini çeken kimsenin hali etki edebilir. O, cihadda kahraman iken aynı zamanda mihrabın dostudur. Güçlü olduğunda da mütevazidir. Liderlik ile fakihliği, ticaret ile siyaseti bir arada barındırır. Onun özelliklerinin en üstünü onu yoktan yaratan yaratıcısı Allah’ın kulu olmasıdır. Bunun için onu, namazında huşuda, yüreği Allah korkusu ile dolu, boş sözlerden yüz çeviren, zekâtını veren gözünü haramdan çeviren, kendisine verilen emanetleri muhafaza eden, ahdine vefakâr, verdiği sözü yerine getiren ve Allah yolunda cihad eden bir kimse olarak bulursun, İşte Müslüman budur. İşte mü’min budur. İnsanı, insanoğlunun en hayırlısı kılan, İslâm’la yoğrulmuş İslâm şahsiyeti işte budur.
Allahu Teâla Kur-an’ı Kerim’de Allah’ın Rasülünün, ashabının, mü’minlerin, Rahman’ın kullarının ve mücahitlerin sıfatlarını zikrettiği bir çok ayette bu şahsiyeti böylece nitelemektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed Allah’ın Rasülüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı sert zorlu, kendi aralarında merhametlidirler."udur.
Allahu Teâla Kur-an’ı Kerim’de Allah’ın Rasülünün, ashabının, mü’minlerin, Rahman’ın kullarının ve mücahitlerin sıfatlarını zikrettiği bir çok ayette bu şahsiyeti böylece nitelemektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed Allah’ın Rasülüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı sert zorlu, kendi aralarında merhametlidirler."
"İlk Muhacir’ler ve Ensar’dan kişilerle ihsan ile onlara uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnutturlar."
"Mü’minler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler."
"Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler, bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman selam deyip geçerler. Onlar ki gecelerini Rab’ları için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler."
"Fakat peygamber ve ona iman etmiş olanlar; mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Bütün hayırlar işte onlarındır. Ve işte onlar felaha erenlerin kendileridir. Onlar için Allah, içinde ebedi kalacakları ve zemininde ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük kurtuluştur."
"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, Allah yolunda seyahat edenler, rukü edenler, marufu emredenler, münkeri nehy edenler, Allah’ın hududunu koruyanlardır. Mu’minleri müjdele."
Cevap: Müslüman Şahsiyet..
teşekkür ederim tahsin33 açıklayıcı paylaşımınız için...
Cevap: Müslüman Şahsiyet..
Şahsiyetin Oluşturulması
Eşyaları belirli bir keyfiyete göre idrak eden insanda belirli bir zihniyet oluşur. Eşya hakkındaki mefhumlarla kesin bir sentez yoluyla billurlaşmış halde bulunan, açlıkları doyurmaya sevk eden yönelticileri, hayat hakkındaki belirli mefhumlarla bağladığında, belirli bir nefsiyet oluşur. Hayat hakkındaki mefhumları ile, eşyaları idrak ederken ve bunlara meyil gösterirken esas aldığı mefhumlar birleştiğinde belli bir şahsiyete sahip olur. Böylece şahsiyet, eşyaları akletme ve yönelme esnasında insanda tek esasa dayalı tek yön belirlemektir. Buna binaen insandaki “fikirleri” ve “meyilleri” tek bir esasa göre oluşturmakla şahsiyet oluşur. Bu esas ise bazen tek olur, bazen de çok sayıda olur. Eğer çok sayıda olursa, fikir ve meyiller için adeta birçok kaide konulmuş olur. Bu durumda da şahsiyet vardır. Ancak bu şahsiyetin rengi belli değildir. Düşünce ve meyiller için yalnızca tek bir esas konulduğunda meydana gelen insan şahsiyetinin rengi ise bellidir. İnsan için gerekli olan şahsiyet de budur. Fertler belirli özelliklerle donatılmaya kalkışıldığında uğraşılması gereken şey de budur. Zaten her ne kadar genel olan her fikir, fikir ve meyiller için esas olabilirse de, bu bütün eşyalar için değil ancak bir takım şeyler için mümkün olur. Her genel fikir, insan hayat ve kâinat için bir fikir özelliğini taşımadıkça bütün şeyler için kapsamlı bir esas olmaya elverişli olamaz. Çünkü külli fikir, bütün fikirlerin üzerine oturtulacağı ve bütün bakış açılarını belirleyen fikri kaidedir. Çünkü o, hayat işlerinin düzenlenmesi ile alakalı fikirleri kendisine bağlamaya elverişli ve hayatta insanın davranışlarını etkileyen yegâne akli akidedir.
Şu var ki, her külli fikrin yani akli akidenin, eğilimler ve tefekkür için kapsamlı ve genel bir esas olmaya elverişli olması onun doğru bir temel düşünce olduğu anlamına gelmez. Doğru olup olmadığına bakılmaksızın onun esas olmaya elverişli olduğu anlamına gelir. Bu esasın doğru olup olmadığının delili, insan fıtratına uygunluğudur. Akli akide insan fıtratına uygun ise o, doğru bir akide, düşünce ve meyiller için, yani şahsiyetin oluşması için doğru bir esastır. Eğer insan fıtratına uygun değilse batıl bir akidedir ve batıl bir esastır. Akidenin insan fıtratına uygun olması demek, insan fıtratında var olan acizliği ve düzen sahibi bir yaratıcıya muhtaçlığı kabul eder olması demektir. Diğer bir ifade ile dindarlık içgüdüsüne uygun olması demektir.
İslâm akidesi, insan fıtratında var olan tedeyyünü/ dindarlığı kabul eden tek akli akidedir. Çünkü İslâm akidesinin dışındaki akidelerin dindarlık içgüdüsüne uygunluğu akıl yerine vicdan yoluyla sağlandığı için akli bir akide sayılmaz. Veya akli bir akide olsa dahi insan fıtratına yani dindarlık içgüdüsüne uygun olmaz.
Bu nedenle yalnızca İslâm akidesi doğru akidedir. Sadece İslâm akidesi tefekkür ve meyiller için esas olmaya elverişlidir. Bu nedenle insandaki şahsiyetin, düşüncesi ve meyilleri için esas olarak kabul edeceği akli akideye göre oluşması gerekir. Madem ki İslâm akidesi tek doğru akide ve tek doğru esastır, öyleyse şahsiyet oluşturulurken, İslâmi şahsiyet yani seçkin ve üstün şahsiyet oluşuncaya kadar meyilleri ve düşünceleri için insanın İslâm akidesini tek esas olarak alması gerekir. Dolayısıyla tek bir fertteki İslâmi şahsiyet, düşünce ve meyillerin İslâm akidesi üzerine bina kılınmasıyla oluşur. İslâmi şahsiyet işte böyle oluşur. Ancak bu oluşum sonsuza dek devam edecek bir şahsiyet anlamına gelmeyip sadece şahsiyetin oluştuğu anlamını ifade eder. İslâm akidesi üzerine oturtulan bu şahsiyetin devamlılığı garantili değildir. Çünkü insanın bazen düşüncesinde bazen de eğilimlerinde İslâm akidesinden dönüş olabilir. Bu dönüş, bazen dalalet/İslâm’dan çıkma şeklinde bazen de fasıklık şeklinde görülür. Ferdin İslâmi şahsiyet üzere devam edebilmesi için hayatının her anında düşünce ve meyillerinin İslâm akidesi üzerinde kalmasına dikkat etmek gerekir. Bu şahsiyetin oluşturulmasından sonra “zihniyet”in ve “nefsiyet”in geliştirilmesine çalışılarak şahsiyet geliştirilir. “Nefsiyet”, yaratıcıya ibadet etmek ona itaatla yaklaşmak ve her şeyde bütün meyillerini İslâm akidesi üzere bina kılmaya devam etmekle geliştirilir. “Zihniyet” ise İslâm akidesine göre kurulu fikirleri açıklamak ve İslâm kültürüyle izah etmekle geliştirilir.
Rasulullah (a.s.m)'in de uyguladığı, şahsiyeti oluşturma ve geliştirme metodu budur. Rasulullah (a.s.m), İslâm akidesine çağırarak insanları İslâm’a girmeye çağırıyordu. Müslüman olduklarında ise onlarda bu akideyi kuvvetlendirmeye, fikirlerinin ve meyillerinin bu akide üzerinde olmasına özen gösteriyor ve onlara şöyle diyordu:
“Arzuları benim getirdiğime uygun olmadıkça sizden hiç biriniz iman etmiş sayılmaz.”
“Akletmekte olduğu aklı ben olmadıkça sizden hiç biriniz iman etmiş sayılmaz.”
Kur’an’dan kendisine indirilen Allah’ın ayetlerini onlara açıklıyor, Müslümanlara İslâm ve hükümlerini öğretiyordu. Onun zamanında ona uyma ve onun getirdiklerine göre hareket etme sayesinde peygamberlerin şahsiyetinden sonra kâinatta şahsiyetlerin en üstünü oluşturuldu.
Buradan da anlaşılmaktadır ki fertte, İslâmi şahsiyeti oluşturmada başlangıç noktası, İslâm akidesini yerleştirmek ve ardından da bu akide üzerine düşüncelerini ve meyilleri oturtmaktır. Sonra da itaatları yerine getirmesine ve fikirlerle kültürleşmesine çaba harcanır.
Cevap: Müslüman Şahsiyet..
Davranış Bozuklukları
Müslümanların bir çoğunda İslâm akidesine ters işler görülmektedir. Yine birçok İslâmi şahsiyette İslâm şahsiyetiyle çelişen davranışlara şahit olunmaktadır. Bazıları İslâm akidesine ters düşen amellerin kişiyi İslâm’dan çıkardığını sanmaktadır. Yine bir Müslümanda dinine bağlı Müslüman sıfatıyla çelişen davranışların görülmesi ile onun İslâmi şahsiyete sahip olmaktan uzaklaştığını zannetmektedirler.
Gerçekte ise, Müslümanda davranış bozukluklarının varlığı onu İslâmi bir şahsiyet sahibi olmaktan çıkarmaz. İnsan bazen mefhumlarını akidesi ile bağlamama gafletine düşebilir. Veya kendisinde var olan mefhumların İslâm akidesi ile veya İslâm şahsiyeti ile çeliştiğini bilmeyebilir. Veya şeytanın ona musallat olmasıyla amellerinden bazılarında kalbi İslâm akidesine karşı katılaşabilir ve böylece bu akideye ters düşen işleri yapabilir. Veya dinine bağlı Müslümanın sıfatlarıyla çelişen ya da Allah’ın emir ve yasaklarına zıt olan hareketleri yapabilir. Ancak bu amellerin hepsini veya bir kısmını yapmakla birlikte düşünceleri ve meyillerine İslâm akidesini esas almaktan ve ona bağlılıktan da vazgeçmemiştir. Bu nedenle böylesi durumlarda kişinin İslâm’dan çıktığını veya İslâm dışı şahsiyete sahip olduğunu söylemek doğru olmaz. Her ne kadar bazı amellerinde asi olsa da İslâm akidesini benimsemeye devam ettiği müddetçe Müslümandır. İslâm akidesini düşünceleri ve meyilleri için esas olarak almaya devam ettikçe bazı davranışlarda fıska düşse de İslâmi şahsiyete sahiptir. Bir takım amellerinde ve davranışlarda hatalar bulunsa da düşünceleri ve meyilleri için İslâm akidesini esas almasına ve İslâm akidesine inanmasına itibar edilir.
Sözle veya amelle İslâm akidesine olan inancını terk etmedikçe Müslüman İslâm’dan çıkmaz. Düşüncelerinde ve meyillerinde İslâm akidesinden uzaklaşmadıkça yani düşüncelerine ve meyillerine İslâm akidesini esas almaktan vazgeçmedikçe İslâm şahsiyetinden çıkmış sayılmaz. Eğer İslâm akidesinden uzaklaşırsa Müslümanlıktan çıkar. Uzaklaşmazsa Müslüman olarak kalır. Bu nedenle, bile bile İslâm akidesini inkâr etmeyen kişi Müslüman sayılır. Böyle bir kişi Müslüman olmakla beraber İslâm şahsiyetine sahip değildir. Çünkü o, İslâm akidesine inanmakla birlikte, düşünceleri ve meyilleri için İslâm akidesini esas almamaktadır. Mefhumların İslâm akidesi ile olan bağlantısı otomatik olmadığından dolayı da mefhum her zaman akideye göre hareket etmez. Bu bağ, kendisinde dönme ve ayrılma kabiliyeti bulunan sosyal bir bağdır. Bunun için Müslümanın bir takım amellerinde Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefet ederek asi olması yadırganmamalıdır. Kişi hayattaki davranışı ile akidesi arasındaki bağlantının çeliştiğini görebilir. Bazen insan, çıkarına olduğu hayaline kapılarak bir fiili işler, sonra ise hatasını anlar, pişman olur ve Allah’a döner. Bu şekilde Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefet eden kişi, akidenin yokluğu ile itham edilmemelidir. Akidesi ile değil, yalnızca bu davranışı ile kınanması gerekir. Bu nedenle asi veya fasık olan kimse hemen mürted sayılmaz. Sadece isyan ettiği amelinden dolayı asi Müslüman sayılır ve yalnızca o suçundan dolayı cezalandırılır. İslâm akidesine inandıkça da Müslüman olarak kalır. Düşünceleri ve meyilleri için İslâm akidesini esas olarak aldığı, bu esasa herhangi bir zarar gelmediği, İslâm akidesinde şüpheye düşmediği sürece, sadece gaflette bulunması veya bir kere şeytanın aldatmasıyla onun İslâm şahsiyetinden çıktığı söylenemez.
Nitekim Rasulullah (asm) zamanında Sahabelerde bu şekilde bir kaç olay vuku bulmuştur. Sahabeler bazı emir ve yasaklara muhalefet ettikleri halde, muhalefetleri sebebiyle onlar, Müslümanlıklarından dolayı itham edilmediler. Bu davranışlar, onların İslâm şahsiyetine sahip oluşlarını da etkilemedi. Çünkü onlar melek değillerdi. Onlar, diğer insanlar gibiydiler. Masum da değillerdi. Zira onlar peygamber değildiler. Rasulullah (asm)’in, gizlenmesi hususunda çok hırslı olduğu halde Sahabeden Hatıb b. Ebi Beltaa, Rasulullah (asm)’in Kureyşlilerle savaşacağı haberini Kureyş kâfirlerine göndermişti. Rasulullah (asm), bir konu hakkında kendisiyle konuşmakta olan kadına, Fadl b. Abbas’ın şehvetle üst üste baktığını görünce Fadl’ın yüzünü eliyle başka tarafa çevirdi. Rasulullah (asm) kendilerini terk etmeyeceğine dair Ensar’la biatlaştığı halde, Mekke”nin fethedildiği sene Ensar, Rasulullah (asm)’in kendilerini terk edip ehline (Mekke’ye) döneceğini konuşuyorlardı. Huneyn’de ise Sahabenin büyükleri bile savaşın ortasında az bir grupla birlikte Rasulullah (asm)’i bırakarak kaçtılar. Ve daha bunun dışında vuku bulan bir kaç olaydan dolayı Rasulullah (asm) bu suçları işleyenleri Müslüman olmamakla itham etmedi ve bu durum onların İslâmi şahsiyetlerini de etkilemedi.
Sadece bu örnekler, davranışlarda meydana gelebilecek düşüşlerin Müslümanı, İslâm’dan ve İslâm şahsiyetine sahip olmaktan çıkarmayacağına delil olarak yeter.
Ancak bu ifadeler, Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefet etmenin mübah olduğu anlamına da gelmez. Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefetin haramlılığı ve keraheti şüphesizdir. İslâm şahsiyetine sahip olmak demek, dinine sımsıkı bağlı Müslüman niteliklerine muhalefet edilebileceği anlamına gelmez. Elbette ki dinine sımsıkı bağlanma özelliği, İslâm şahsiyetini oluşturmak için gereklidir. Müslümanın davranışlarındaki bu hatalar, Müslümanın bir beşer olduğu, İslâmi şahsiyetlerin de melekler değil insanlar olduğunun ifadesidirler. Onlarda meydana gelen sürçmeler cezalandırmaları gereken türden bir suç ise, bu günahları nedeniyle Allah’ın hükmüne göre cezalandırılırlar. Fakat İslâmi şahsiyete sahip olmamakla itham edilemezler.
Önemli olan kişide İslâm akidesinin varlığından, İslâm şahsiyetini oluşturan düşüncelerini ve meyillerini İslâm akidesine göre şekillendirdiğinden emin olmaktır. Temel sağlam olduğu, düşüncesi ve meyilleri İslâm akidesine göre bina edildiği sürece, arasıra görülebilecek yanılgılar veya davranışlarındaki sürçmeler nedeniyle kişi İslâm şahsiyetine sahip olmamakla itham edilemez. Eğer akidesi bozuk olursa, davranışları İslâmi hükümlere göre olsa bile kişi İslâm’dan çıkmış sayılır. Çünkü bu durumda kişi, İslâm akidesinin dışında; ya geleneklere, ya toplumun gidişatına, ya menfaatlarına ya da başka şeylere inanmaktadır. Fakat İslâm akidesine inandığı halde, bina üzerindeki hususlarda dengesizlik olursa, örneğin; davranışlarını çıkarcılık esasına göre yürütürse, veya davranışlarına aklı esas alırsa, o kimse akidesinin selameti açısından Müslüman sayılır. Ancak böyle bir kişi, İslâm davetini taşıyanlardan olsa bile hatta bütün davranışları İslâmi hükümlere uygun olsa bile İslâm şahsiyetine sahip sayılmaz. Çünkü İslâm akidesine inanarak düşüncelerini ve meyillerini İslâm akidesine göre şekillendirmekle insanda İslâm şahsiyeti oluşur. Bu nedenle İslâm’ı sevdikleri, İslâm’ın muzaffer olmasını istedikleri halde düşüncelerini İslâmi düşüncelere ve hükümlere göre değil de, akıllarına veya arzularına göre yürüten kimseleri bu davranışlarından dolayı uyarmak ve sakındırmak gerekir. Bu tür kimseler, İslâmi hükümlerin ve düşüncelerin büyük bir bölümünü bilmelerine ve İslâm akidesinden de çıkmamalarına rağmen bu tür davranışlarının, İslâm şahsiyetine sahip olmaktan onları uzaklaştıracağı hususunda ikaz edilmelidir. İslâm akidesine inanmak, Rasülün getirdiklerine tümüyle, kesin delille sabit olanlara da ayrı ayrı, gönül rızasıyla isteyerek ve teslimiyetle iman etmek anlamına geldiğine dikkat çekmek gerekir. Sadece bilmenin yeterli olmayacağını bilmek gerekir. İslâm’da, kesin delille sabit olan en ufak bir şeyi reddetmek, kişiyi İslâm akidesinden ayırır ve çıkarır. İslâm, iman ve kabullenme yönüyle parçalanmayı kabul etmeyen bir bütündür. Bütünsel bir kabullenmenin dışındaki bir kabul İslâm’da caiz değildir. İslâm’ın bir kısmından vazgeçmek ise küfürdür. Bu nedenle dinin hayattan ve devletten ayrı olduğuna inanmak açık küfürdür. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu; Allah’ı ve peygamberini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, bir kısmına inanır, bir kısmını da inkâr ederiz diyerek, bu ikisinin arasında bir yolu tutmak isteyenler; işte onlar gerçekten kâfir olanlardır...
Cevap: Müslüman Şahsiyet..
İslâm Akidesi
İslâm akidesi, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, "Kaza ve Kader"in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir. İman ise, vakıaya uygun, delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdik edilerek iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.
Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi istenen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanması hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir.
İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse, Allah’a imanın delilinin akli olduğunu görür. Çünkü Allah’a iman konusu duyularla algılanır ve duyular var olan şeylerin hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder. Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak etmez. Zira melekler, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadırlar.
Kitaplara iman etmeye gelince, iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edilegelmiştir. Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah’tan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren peygamberlerin döneminde Allah’tan geldiği, peygamberlere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen peygamberlerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla peygamberlerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyip, bu kitapların Allah tarafından gönderildiği ve peygamberlere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah’ın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil, akli değil naklidir.
Bütün peygamberlere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed (s.a.v.)’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Rasülü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir. Fakat diğer peygamberlerin, peygamberliğine imanın delili naklidir. Çünkü peygamberlerin peygamber olduğunun delili Allah tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edeme-mektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer peygamberlerin mucizelerini hissedemezler. Onların peygamberlikleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla peygamber olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat efendimiz Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla peygamberliğinin delili aklidir.
Kıyamet gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de kıyamet gününün delili naklidir.