-
Beşinci şuâ
ONİKİNCİ ŞUA
DENİZLİ MÜDAFAANAMESİ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ وَبِهِ نَسْنَعِينُ
ONSEKİZ SENE SÜKUTTAN SONRA, MECBURİYET TAHTINDA, BU İSTİDA MAHKEMEYE VE SURETİ ANKARA'YA MAKAMATA VERİLMİŞKEN, TEKRAR VERMEYE MECBUR OLDUذUM, İDDİANAMEYE KARŞI İTİRAZNAMEMDİR.
Malum olsun ki: Kastamonu'da üç defa menzilimi taharri etmek için gelen iki müddeiumuma ve iki taharri komiserine ve üçüncüde polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere ve Isparta'da müddeimumun suallerine karşı dedim. Ve ehemmiyetli bir kısmının sureti Kastamonu zabıta ve adliyesi elinde kalan aynı hakikat küçük bir müdafaanın hülasasıdır. Şöyle ki:
Onlara dedim: Ben onsekiz, yirmi senedir münzevi yaşıyorum. Hem Kastamonu'da sekiz senedir, karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir, daima tarassut ve nezaret altında kaç defa menzilimi taharri ettikleri halde, dünya ile ve siyaset ile hiçbir tereşşuh, hiçbir emare görülmedi. Eğer bir karışık halim olsa idi, buranın adliye ve zabıtası bilmedi veyahut bildi, aldırmadı ise; elbette benden ziyade onlar mesuldürler.
Eğer yoksa, bütün dünyada kendi ahireti ile meşgul olan münzevilere ileşilmediği halde, neden bana lüzumsuz vatan ve millet zararına, bu derece ilişiyorsunuz. Biz Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur'u değil dünya cereyanlarına, belki kainata da alet edemeyiz.
Hem Kur'an bizi siyasetten şiddetle men etmiş. Evet Risalei Nur'un vazifesi ise: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imani olan hakikatları, gayet kat'i ve en mütemerrid, zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile, Kur'an'a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur'u hiçbir şeye alet edemeyiz.
Evvela: Kur'an'ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında propaganda-i siyaset tevehhümü ile cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlara ihanet etmemektir.
Saniyen: Risale-i Nur'un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men' etmiş. Çünki toka
Sh:»(S.N: 155)
da ve belaya müstahak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik, yedi sekiz çoluk çocuk, hasta ihtiyar masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o biçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına, hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men edilmişiz.
Salisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi, bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lazım ve zaruridir: 1- Hürmet, 2- Merhamet, 3- Haramdan çekinmek, 4- Emniyet, 5- Serseriliği bırakıp itaat etmektir.
Risale-i Nur hayat-i içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsi bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil lise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un yüzbin adamı, vatan ve millete zararsız bir uzv-u nafi' haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir.
Demek Risale-i Nur'un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmiyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve Hakimiyet-i İslamiyeye hiyanet ederler. Risale-i Nur'un yüzotuz risalelerinin bu vatana, yüzotuz büyük faidesini ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathi nazarlarına kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlar ile çürüten, gayet derecede insafsız bir zalimdir.
Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise: bilmecburiye istemiyerek derim ki; onsekiz sene müddetinde ( şimdi yirmiiki) gurbette haps-i münferid hükmünde, yalnız ve münzevi olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarı ile, bir defa çarşıya ve mecma-ı nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde bütün emsali menfilere muhalif olarak, istirahati için birtek defa hükümete müracaat etmiyen ve yirmi sene zarfında, hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam iki senedir ( Şimdi yedi seneden geçti) Kastamonu'da, bütün dostların şehadeti ile, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş olmamış ve daha kimler harp ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakınında konuşan radyoyu, üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi, elem içinde eleme, azab içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı, galibane Risale-i Nur ile mukabele ettiğine, onunla imanlarını kurtaran yüzbin şahidin şehadetiyle isbat eden ve Kur'an'dan tereşşuh eden Risale-i Nur ile, ölümü yüzbin adam hakkında idam-ı ebediyeden terhis tezkeresine çeviren bir adama, bu derece ilişmek ve meyus etmek ve onu ağlatmakla, o masum yüzbinler kardeşlerini ağlatmak, hangi kanun var, hangi maslahat var, adalet namına emsalsiz bir gadr olmaz mı ? Ve kanun hesabına emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi ?
Eğer bu taharrilerde, bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki: Sen ve bir iki risalen, rejime ve usulümüze muhalif gidiyor ?
Elcevap : Evvela: Bu yeni usulünüzün, münzevilerin çilehanelerine gir
Sh:»(S.N: 156)
meye hiçbir hakkı yok. Saniyen: Birşeyi red etmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar , kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükümette bulunur. Hatta Hazreti Ömer (R.A.) taht-ı hakimiyyetindeki hıristiyanlar, kanun-u Şeriatı ve Kur'an'ı inkar ettikleri halde onlara ilişmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile, risale-i Nur'un bir kısım şakirtleri, idareye dokunmamak şartı ile, rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hatta rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez.
Malumdur ki: Bir mektupta kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir, mütebakisine izin verilir. Eskişehir mahkemesinde, dört ay tetkikat neticesinde, yüz risalede medar-ı tenkit, yalnız onbeş kelime bulmaları, kat'i isbat eder ki : Risale-i Nur'a ilişilmez onun hedefi dünya değil. Herkes bu zamanda ona muhtaçtır.
Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazıların dedikleri gibi derseniz: Bu risalelerin ile, medeniyetimizi keyfimizi bozuyorsun? Ben de derim:
(Dinsiz bir millet yaşamaz) dünyaca umumi bir düsturdur ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa, cehennemden daha elim bir azabı dünyada dahi verdiği, risale-i Nur'dan gençlik rehberi gayet kat'i bir surette isbat etmiş. O risale, taharride elinize geçen risaleler içinde ve Miftah-ul İman risalesinin ahirinde bir kısım nüshalarında vardır.
Bir müslüman el-îyazubillah eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer ve bir derece yaşatan küfr-ü meşkukta kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi olamaz ve lezzet-i hayat noktasında, mazi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedi müfarakatları, onun dalaleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz karanlıkları ve elemleri yağdırıyorlar.
Eğer iman gelse, kalbe girse birden o hadsiz dostlar diriliyorlar, biz ölmemişiz, mahvolmamışız lisan-ı hal ile diyerek, o cehennemi haleti cennet lezzetine çevrilir.
Mâdem hakikat budur, size ihtar ediyorum: Kur'an'a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz, o mağlup olmaz, bu memlekete yazık olur (Haşiye). O başka yere gider, yine tenvir eder.
Hem eğer, başımdaki saçlarımın adedince başlarım bulunsa: Hergün biri kesilse, hakikat-ı kur'aniyeye feda olan bu başı, zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem. Ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem,
______________
Hâşiye:Dört def'a mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, "yazık olur" hükmünü isbat ettiler.
Sh:»(S.N: 157)
diye üç kısım taharricilere söylediğim gibi, size de söylüyorum. Yirmi seneden beri bir münzevinin ifadedeki kusuruna bakılmaz. risale-i Nur'u müdafaa ettiği için, " saded haricine çıktın" denilmez.
Madem bir sene evvel Risale-i Nur'un bütün eczaları Isparta hükümetinin eline geçti. Birkaç ay tahkikten sonra, sahiplerine aynen iade edilmiş.
Ve madem Kastamonu'da sekiz sene zarfında, şiddetli taharriyatta zabıtayı ve adliyeyi alakadar edecek bir tereşşuh bulunmamış
Ve madem bu son taharride hiç bulunmayacak ve neşr edilmeyecek bir tarzda, kaç sene evvel odun yığınları altında saklanmış olduğu göründü hey'et-i zabıtaca tahakkuk etti.
Ve madem Kastamonuda polis müdürü ve adliyesi, o saklanmış zararsız kitaplarımı bana iade etmek üzere, kat'i söz verdikleri halde, ikinci gün birden Ispartadan tevkif emri geldiğinden daha o emanetlerimi almadan sevk edildim.
Elbette ve elbette, bu mezkur hakikata binaen, Denizli adliyesi ve müddeiumumisi, benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazarı dikkate almaları vazifelerinin muktezasıdır ve hukuk-u umumiyeyi müdafaa eden müddei umumiden Risale-i Nur münasebetiyle ehemmiyetli bir hukuk-u amme hükmüne geçen bu şahsi hukukumu da müdafaa edeceğine ümidvarım, bekliyorum.
Yirmiiki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı müdafaayı bilmeyen ve Eskişehir mahkemesinde cerh edilmez yüz sahifelik müdafaatını, bu yeni mahkemeye karşı da aynen takdim eden ve Kastamonuda mütemadiyen tarassut altında ve haps-i münferid tarzında yaşayan yeni Said, sükutla sözü eski Said'e bırakıyor , o da diyor ki:
Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı müdafaayı mecburiyet-i katiyye olmadan yapmıyor. Fakat bu meselede çok masum rençber adamlar, bize az bir münasebetle tevkif edilerek, iş zamanında çoluk çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden, şiddetle rikkatime dokundu, derinden derine beni ağlattırdı.
Kasem ederim, eğer mümkün olsaydı, onların bütün zahmetlerini kendime alırdım. Zaten bir kusur varsa benimdir, onlar masumdurlar.
İşte bu elim halet için, yeni Said'in sükutuna rağmen ben diyorum: Madem Isparta'da müddeiumuminin yüzer lüzumsuz suallerine, biçare yeni Said cevap veriyor, ben de dokuz sene evvel, başta Kaya Şükrü olarak,, dahiliye vekaletinden ve şimdiki adliye vekaletinden hukukumuzu müdafaa niyeti ile üç sual sormak bir hakkımdır.
% BİRİNCİSİ: Risale-i Nur'un talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir mektubumuz bulunan, Eğridirli bir adamın, bir Jandarma çavuşu ile vukuatsız bir mûnakaşa-î lisaniyesi bahanesiyle, beni ve yüzyirmi adamı tevkif ile, dört ay tetkikten sonra, onbeş biçareden başka, bütün beraat kazanmakla, masumiyetleri tahakkuk eden yüzden ziyade adamlara, binler lira zarar ver
Sh:»(S.N: 158)
mek, hangi kanun iledir ve imkanatı vukuuat yerinde istimal etmek, adaletin hangi düstüru iledir.
% İKİNCİ SUAL: وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى fermanı
esasıyla, bir kardeşin hatası ile, diğer öz kardeşi mesul olmadığı halde, yanlış mana verilmemek için, neşrini katiyyen menettiğimiz ve sekiz sene zarfında, bir veya iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen ve yirmibeşsene evvel aslı yazılan ve ehemmiyetli noktalarda, îmani şüphelerden ve manaları anlaşılmayan bir kısım müteşabih hadisleri inkardan kurtaran, bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mana verilmesiyle, bizleri bu Ramazan-ı şerifte ve otuz, kırk masum rençber ve esnafları hatta adi ve eski bir mektup ve on sene evvel, bize bir dostluk münasebetiyle tevkif edip, perişan etmek ve maddeten ve manen onlara ve vatana ve millete lüzumsuz bir evham yüzünden binler zarar vermek, hangi adalet kanunuyladır, adliyenin hangi madde-i kanunuyesiyledir. Ayağımızı yanlış atmamak için o kanunları bilmek talep ediyoruz.
Evet (Haşiye) tevkifimizin bir sebebinin hakikatı şudur ki: bir kısım hadislerin manası ve te'vili bilinmemesinden, akıl, kabul etmiyor diye, inkar edenlere karşı, avamın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dar-ul' Hikmet-ül İslamiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şua, farz-ı muhal olarak dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda yazılsa da madem gaybi haberleri doğrudur ve imanı şüpheleri izale eder ve asayişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tayin etmiyor ve ilmi bir hakikatı külli bir surette beyan eder.
Elbette o külli hakikat-ı hadisiye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa, adalet cihetinde hiçbir vecihle bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi red etmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek bütün bütün ayrıdır. O risale yakın bir istikbalde, gelecek bir rejimi ilmen kabul etmiyor diye, bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu bulunmasına ihtimal vermiyoz.
ELHASIL: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen ve tabiiyyunun dehşetli bir fikr-i küfrilerini öldürmeğe muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını, harika hüccetleriyle parlak bir surette isbat eden ve Kur'anın hakikat-ı arşiyesine dayanan Risale-i Nur böyle bir küçük Risalenin bir iki maddesiyle değil, bin kusur dahi olsa, onun binler büyük haseneleri onları afv ettirir diye dava ediyoruz ve isbatına dahi hazırız.
% ÜÇÜNCÜ SUAL: Bir mektubun yirmi kelimesinde, beş kelime kusurlu görülse, o beş sansür edilir, mütebakisine izin vermek bir düstur iken, Eski
________________
Hâşiye: Evet kelimesinden ta üçüncü suale kadar bu makam dikkatle okunsun.
Sh:»(S.N: 159)
şehir mahkemesinin dört ay tedkikinden sonra, yüzbin kelime içinde zahiri nazarda zararlı tevehhüm edilen, yalnız onbeş kelimeden başka bulunmamasıyla ve şimdiye kadar yüzbinler adamın ıslahına vesile olmasıyla, vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur'a küçük bir hizmet eden veya kendi imanını kurtardığı için, bir risalesini yazan ve hatta Abdullah Çavuş gibi, onbeş sene evvel yalnız şahsıma yemek pişirmek gibi rıza-i İlahi için hizmet eden biçareleri, bu iş mevsiminde taht-ı tevkif'e almak hükümet-i cumhuriyenin hangi perensibiyle kabil-i tevfik olabilir ve hangi kanunu müsade etmeğe imkanı var ?
Madem cumhuriyet prensipleri, hürriyet-i vicdan kanunuyla dinsizlere ilişmiyor. Elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmiyen ve ahiretine ve imanına ( vatana dahi nafi' bir tarzda ) çalışan dindarlara da ilişmemek gerekdir. elzemdir.
Bin seneden beri bu milletin gıda veya ilaç gibi bir hacet-i zaruriyesi olan takvayı ve salahatı bu mazhar-ı enbiya olan Asyada hükmeden ehl-i siyaset, yasak etmez ve edemez biliyoruz.
Vatan ve millet ve asayişin menfaati hesabına, bunu da hatırlatmak, bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risale-i Nur'a az bir münasebetle taht-ı tevkife almak, gücendirmek yüzünden, vatana ve asayişe dindarane menfaati ve anarşiliğe karşı kuvvetli bir sed teşkil eden yüzbinler adamları, idare aleyhine fikren çevirmeğe yol açar ve anarşiliğe meydan verir.
Evet Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaatdar bir vaziyete girenler, yüzbinden çok ziyadedir. Hükümet-i Cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli, müstakimane bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.
Şekvamızı dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahaneler ile sıkıştıran bir kısım resmi adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor. Madem Beşinci Şuaı mahkemeler tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu yeniden resmiyete koyup, dedikodulara meydan açmamak idarece zaruridir. Biz o risaleyi eskiden beri gizlediğimiz gibi, hükumet ve mahkeme dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, red edilmez, kabl-el vuku' haber vermiş doğru çıkmış.
Hem hedef'i dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddid manalarından bir manası muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybi ihbarı ve manayı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asayiş ve idare hesabına ihtar etmeğe vicdanım beni mecbur eyledi.
Şiddetli Hasta ve Çok Zaif ve ihtiyar
ve hayli zaman münzevi, mevkuf
Said NURSİ
Sh:»(S.N: 160)
BU FIKRA RESMİ MEMURLARIN ELLERİNE BİR CASUSUN ELİYLE GEÇTİذİ İÇİN BURAYA GİRDİ.
باِسْمِهِسُبْحَانَهُ
Ramazan-ı Şeriften birgün evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından verildiğine, kuvvetli ihtimal verdiğimiz doktorun tasdikiyle, zehirin hastalığıyla hararetim kırk dereceden geçmeğe başlamış iken, Kastamonu'da adliye müdde-i umumiyeleri ve taharri komiserleri menzilimim taharri etmeğe geldiler.
Ben o dakikadan sonra, başıma gelen dehşetli taarruzu, bir hiss-i kablel vuku' ile anlayarak ve şiddetli zehirli hastalığım dahi ölüme gidiyor diye, Isparta vilayetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh edip, O mübarek toprakta defn olmamı kalben niyaz ettim. Hizb-ül Ekber-il Kur'ânı açtım. Birden bu Âyet-i Kerime
وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ
karşıma çıktı. Bana bak, dedi. Ben de baktım.
Üç kuvvetli emare ile, mânâyı işâri bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza gelen bu musibeti, bir cihette hiçe indirdi. Ve Isparta'ya mevkufen beşinci nefyimi, o kalbi duamın kabul olmasına delil eyledi.
BİRİNCİ EMARE; (Şeddeler sayılır) Hesab-ı ebcedî ile, binüçyüz altmış iki (l362) bu sene arabi aynı tarihine tevafuk edip, manasıyla der: Sabreyle başına gelen kazâ-yı Rabbaniyeye teslim ol. Sen inayet gözü altındasın. Merak etme, gecelerde tesbihat ve tahmidata devam eyle.
Tahlil: Üç ر altıyüz (600), dört ن ikiyüz (200), bir س bir م yüz (l00), bir ص bir ف bir م ikiyüzon (2l0), dört ك, bir ع yüzelli (l50), üç ح, bir و, bir ي, kırk (40), bir ل, dokuz ب, bir د, bir و, dört ا altmışiki (62), eder. Yekûnu binüçyüz altmışiki (l362) ederek bu senenin aynı tarihine ve başımıza gelen musibetin aynı dakikasına tam tamına tevafuku kuvvetli bir emaredir.
Üçüncü emarenin beyanına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.
Said NURSİ
Sh:»(S.N: 161)
باِسْمِهِسُبْحَانَهُ
%BAŞTA ÜÇÜNCÜ SAHİFENİN AHİRİNDE KUR'AN BİZİ SİYASETTEN ŞİDDETLE MEN ETMİŞ CÜMLESİNİN BİR İZAHIDIR VE HAŞİYESİDİR.
Bu defaki küçük müdafaatımda ve istidamda demiştim ki, Risale-i Nur'-daki şefkat, vicdan, hakikat, hak bizi siyasetten men'etmiş. Çünki masumlar dahi belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.
Bazı zatlar bunun izahını istediler, ben de dedim: Şimdiki fırtınalı asırda, gaddar medeniyetten neş'et eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumi harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde, öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki; ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak. O halde o da azlem-i zâlim olacak ve mağlub kalacak.
Çünki mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla, yirmi otuz adamı âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak adalet ve hak yolunda, yalnız orayı vursa, o vakit otuz zayiata mukabil, yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasiyle, yirmi otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte Kur'anın emriyle gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmakdan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafa edebilirdik.
Hem madem herşey geçici ve fanidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor, elbette biz sabr ve şükür ile tevekkül edip sükut ederiz. Zor ile, icbar ile sükutumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, mühaliftir.
HÜLASA-İ KELAM : Ehl-i hükumetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idare ve inzibatın ve adliye ve zâbıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa dünyada hiçbir hükümetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir taun-u beşeri ve maddiyyunluktan gelen zındıkanın taassubiyle, bir kısım gizli zındıklar şeytanetle, bazı resmi memurları aldatarak, evhamlandırıp aleyhimize sevketmek var.
Biz de deriz; Değil böyle birkaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevketseler, Kur'an kuvvetiyle Allah'ın inayetiyle yine kaçmayız. O irtidatkar küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silah etmeyiz.
Sh:»(S.N: 162)
% BU GELEN FIKRA BURAYA MÜSVEDDEYE GİRDİ. BELKİ BİR HİKMETİ VAR DİYE ÇIKARMADIK.
باِسْمِهِسُبْحَانَهُ
Bu hâdise te'siriyle, ben kendimi masum kardeşlyerime rızayı kalble feda etmeğe, kat'i azm ve cezm ettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte Celcelutiyyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki; İmâm-ı Ali Radıyallahu Anh: "Ya Rab eman ver" diye dua etmiş. İnşaallah o duanın sırrıyla selamete çıkarsınız.
Evet Hazret-i Ali (R.A.) Kaside-i Celcelutiyyede, iki suretle Risale-i Nur'dan haber verdiği gibi, Ayet-ül Kübra Risalesine işareten,
وَبِالاَيَتِالْكُبْرَىآمِنِيِّمِنَالْفَجَتْ der. Ve bu işarette îmâ eder ki; Âyet-ül Kübrây yüzünden ehemmiyetli bir musibet, Risale-i Nur talebelerine gelecek. Ve "Âyet-ül Kübrâ hakkı için, o fecet ve musibetten şâkirdlerine eman ver" diye niyaz eder. O Risaleyi ve menbaını şefaatçi yapar.
Evet Âyet-ül Kübra Risalesinin tab'ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remzi gaybiyi tasdik etti. Hem o kasidede, Risale-i Nur'un mühim eczalarına, tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sahifede der;
فَتِلْكَ حَرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا وَحَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ
Yani: "İşte Risale-i Nur'un sözleri, harfleri ki, onlara işaretler eyledik, sen onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet, onlar ile tamam olur" der. "Harflerin manalarını tahkik et" karinesi ile mânayı ifade etmiyen hecai harfler murad olmadığına, belki kelimeler manasındaki Sözler namıyla risaleler muraddır.
رَبَّنَا لاَ تَؤُاَخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّه
Sh:»(S.N: 163)
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
% RESMİ, BİR CİDDİ HASB-I HÂLİMİ VE EHEMMİYETLİ ŞEKVALARIMI, DENİZLİ MAHKEMESİNİN REİSLERİNE VE MÜDDEİUMUMİSİNE VE SORGU HÂKİMLERİNE TAKDİM EDİYORUM.
Efendiler! yirmi seneden beri, hayât-ı içtimaiyeyi âhiret hesabına olmadan, alakası düşüncesi beni incittiğinden bilemiyorum. İfadedeki kusurlarıma bakmayınız, afvediniz.
Ben dokuz sene evvel, dünyaca bir büyük adamın evhamına uğradım. Yüz risalelerimi tetkikten sonra, yalnız bir risalemi, bir iki meselesiyle, bir sene ceza verdiler. Ben de, hem o cezayı, hem sekiz sene haps-i münferid hükmünde, bir odada karakol karşısında, yalnız vakit geçirdim. Tâ ki, ehl-i siyasetin evhamına dokunacak bir halim bulunmasın. Kastamonu hükümeti ve adliyesi ve zabıtası beni tasdik eder. Ve o cezadan sonra çok defa menzilimi taharrilerde, karışık bir hâlim görünmedi ve bulunmadı. Eğer bulunsa idi, ya Kastamonu hükümeti bilmedi veya aldırmadı. Benden ziyade onlar mes'ul olur.
Mâdem hükümet prensibi, cumhuriyetin serbestiyet-i vicdan düsturuyla. dinsizlere sefahetçilere ilişmiyor. Elbette mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete karışmayan dindarlara da, o prensip hükmüyle ilişmez ve ilişmemeli.
Kastamonu'da sekiz sene nezaret ve tarassut altındaki hayatım, zâbıta ve adliyenin tasdikiyle sabittir ki; Şimdi bana ilişenler, hükümet-i cumhuriyenin prensibi ile ve kanunu ile değil, belki evham ve garaz yüzünden, habbeyi kubbe yaptılar. Evet vehim ve inat ile, bir habbeyi bir dağ gibi gösterdiklerinin çok emarelerinden, iki üçünü müsaadenizle beyan ediyorum.
Birisi: Onbeş sene evvel bana hizmet eden ve Eskişehir mahkemesinde beraatinden sonra, daha hayatından dahi haberim olmayan bazı zatları ve hiç görmediğim ve bir mektupta çabuk Kur'an okumuş ve îmanî risaleleri yazıyor diye hoşuma gitmiş, ben de Maşaallah, Barekellah dediğim, oniki onüç yaşlarında tahmin ettiğim bazı çocukları ve Eskişehir mahkemesinde bahsi geçen, fakat ehemmiyet verilmeyen bir kısım eski mektuplarım yüzünden, bazı rençber ve esnafları ellerine kelepçe vurup, benim şimdiki mevhum suçumun şerikleri olarak, taht-ı tevkife alınmalarıdır.
İkincisi: Kastamonu adliyesi ve zâbıtası, gayet dikkatli bir aramada, bütün kitaplarımı ve mektuplarımı ve gizli eşyamı aldıkları halde,. beni değil tevkif, belki kitaplarımı ve eşyamı taahhüdlerine binaen, bana iade edeceklerini beklerken, birden Isparta müddeiumumisinin tevkif iş'arı üzerine, adliyedeki emanetlerimi almadan sevk edildim.
Isparta'da gayr-i mevkuf olarak bir sual cevap beklerken, en müthiş bir
Sh:»(S.N: 164)
câni gibi, tecrid-i mutlak içinde, gayet adi bir bahane ile, yani bir jandarmanın akşam namazımı, yol üstünde camiin dışında kazaya kalmamak için müsaade etmesi bahanesiyle, öyle bir sıkıntı, o maddei umuminin emriyle verildi ki, ifadeye gittiğim vakit, hem benim, hem masum biçare arkadaşlarıma ve yolda şimendifer içinde kelepçe vurmalarıdır.
O risale ile isim müşabeheti bulunan ve sırf îmanî olan Yedinci Şua eski harfler ile tab' edilmesi sebebiyle, o yedinciyi bu Beşinci Şua tevehhüm edip, yirmi senelik Risale-i Nur eczalarını ve onbeş seneden beri yazılan ve ele geçen mektupları, ne mürur-u zamanı, ve ne de afv kanunlarını ve ne de, Eskişehir mahkemesinin tebrie ve tahliye ve tasfiyesini nazara almayarak, öyle lüzumsuz ve manasız sualler ve verdikleri yanlış manalarla, Isparta müddeiumumisi muahezeye çalıştı.
Ezcümle: Yirmi sene evvel, bir rivayete binaen demiştim: "Dehşetli Süfyan İstanbul'da ölecek. Dikilitaşta şeytan bağıracak ve dünyaya işittirecek. Yani radyo ile öldü diye ilan edecek" İşte bu cümledeki "diye" kelimesini müddei umumi okumadı ve itiraz etti. "Sen öldü diyorsun" dedi. Ben de dedim; "diye" kelimesi var, sonra sustu.
Daha çok emareler var ki, bana karşı bir habbeyi, evham ve garaz yüzünden yüz kubbe yapılmış. Hatta en acibi şudur ki, hiçbir şey bulamadıklarından, Eskişehir mahkemesinden beraat kazandığımız, "Tarikatçılık, cem'iyyetçilik ve dini hissiyatı âlet etmek, emniyet-i dahiliyyeye zarar vermek" ihtimali ve imkânı gibi, eski nakaratı tazelemek ve yüzelli sahifelik müdafaatım ile, gayet kat'i reddedilen o asılsız bahaneler ile, bizi muaheze etmeleridir. Ben, bütün bu asılsız bahanelere karşı derim:
Eğer bu sekiz sene bana dikkatle bakan ve ilişmeyen Kastamonu hükümetini ve dokuz sene evvel, bir iki risalenin bir iki mes'elesiyle, yalnız bir sene ceza verebilen, başkasına ilişmeyen, Eskişehir mahkemesini ve bir sene evvel Risale-i Nur'un bütün eczalarını, üç ay tetkikten sonra aynen iade eden Isparta adliyesini itham edebilirlerse ve şimdi benim münasebetimle tevkif olunanların münasebetleri derecesine, benimle ve Risale-i Nur'la münasebetleri bulunan ve bu milletin ruhen en mübarek ve bir cihette ve keyfiyetçe ekseriyet teşkil eden, o hadsiz ve zararsız mütedeyyin zatları mahkemeye sokabilirlerse o vehham mu'terizler, Risale-i Nur'un bu yeni meselesini muannid ve hakkımda evhamlı Isparta müddeiumumisi gibi, inceden inceye tetkike çalışıp, o yirmi sene mahsulunu, birden bu senenin mahsulüdür, hiç afv kanununa rast gelmemiş diye bizleri onunla itham ederek, mahkemeye verebilirler.
Yoksa koca milletin hatırı olan adalet ve hak ve kanunu, bazı şahısların hatırı için kırmakla, en ziyade bîtaraf ve hiç te'sirat-ı hâriciye altına girmeyen ve padişahları âdi adamlar sırasında önünde diz çöktüren, mâhiyet-i
Sh:»(S.N: 165)
adalet, onları dairesinin haricine atacak. Ben Denizli mahkemesine teslim olmuşum. Onu hakkımda bir adalet dairesi bilmek ve görmek, Halıkımın rahmetinden beklerim.
Madem, şimdi hayatım Denizli mahkemesiyle alakadardır. Elbette sıhhatim dahi ona bakar. Ben hastalığım için şefkatli bir hekim istedim, bekledim. Gelmeden, burada doktorların hey'etine yazdığım istirhamnameyi, şimdi benim bir resmi merciim mahkemenin hâkimlerine suretini takdim ediyorum.
Doktorlara hitaben yazmıştım ki;
Siz hekim olmak haysiyetiyle şefkat etmek, sizin meslekçe ehemmiyetli bir seciyeniz olması ve hakikat-ı mevti ve ölüm mahiyetini, her taifeden ziyade sizin bilmenizin lüzumu ve küçük bir kainat hükmünde olan insanın teşrihatındaki hikmet-i Rabbaniye, her meslekten ziyade mesleğinizde medar-ı nazar bulunması nokta-i nazarda, müddeiumumiden evvel bizimle alakanız var. Çünki bu meselemizde, bütün vatanı alakadar edecek olan Risale-i Nur'a bir nevi taarruz var.
Risale-i Nur ise, ism-i Hakim ve ism-i Rahime mazhar olduğu için, en ehemmiyetli bir esası da şefkat olduğundan büyük bir manevi doktordur. Ve her gün nev-i beşerde otuzbin cenaze ile, (Ölüm haktır) diye imza edilen, hakikat-ı mevtin tılsımını ve dehşetli ölümün sevimli muammasını açarak, sırr-ı Kur'an ile ölümü, yüzbinler adam hakkında idam-ı ebedi mahiyetinden çıkarıp, terhis tezkeresine çeviren ve ehl-i iman hakkında ölüm, terhis tezkeresi olduğunu, o derece kat'i isbat etmiş ve hakiki teselli vermiş ki, yirmi seneye yakındır, zındıklara maddiyunlara, tabiiyyunlara meydan okuduğu halde, hiçbir feylesof, hiçbir mes'elesini cerh edememiş olan Risale-i Nur'u müdafaaya mecbur olduğumdan ve sıhhatim birkaç vecihte muhtel olmasından, nazar-ı şefkatinizi ciddi bir surette rica ediyorum.
Çünkü ben onsekiz senedir, bir içtimai hastalık sebebi ile, haps-i münferid hükmünde, münzevi yalnız yaşamışım ve yirmi senedir yine, içtimai manevi bir rahatsızlık cihetiyle, hiçbir gazeteyi ne okudum ve ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve yine ehemmiyetli bir maraz-ı içtimai cihetiyle, şimdi iki sene ve iki aydır, zemin yüzündeki harplerden ve hâdiselerden, hiçbir haber almadım ve merak etmedim ve sormadım. Halbuki ben Risale-i Nur itibariyle, binler adam kadar alakadarım.
Saniyen: Gerçi, ben, onsekiz sene haps-i münferid hükmünde, yalnız bir odada yaşamışım. Fakat menzilim, bu haps-i münferid gibi dar, rutubetli ufunetli, manzarasız, güneşsiz değildi. Teneffüs ederdim. Bir iki dostumla görüşürdüm.
Hem şimdi ihtiyarım, yetmiş yaşındayım. Hem zaifim, iyi bir hizmetçiye ihtiyacım var. Hem kırk elli senelik bir kulunç illetine müptelayım. Soğuğa dayanamıyorum. Bu geçen bütün Ramazanda, yalnız iki ekmek yiyebildim. Onun
Sh:»(S.N: 166)
için benim sıhhatimin muhafazası, bu ağır şerait altında, vazifenize ve himmetinize bakar
Benim ehemmiyetsiz şahsım, şahsım itibarıyla sıhhatim dahi ehemmiyetsizdir. Fakat madem zararsız bir surette, hem vatana, hem millete, hem idareye, hem asayişe, hem inzibata, büyük faideleri tahakkuk eden ve yüzbin adamlar, onunla imanlarını tehlikelerden kurtaran ve yüzotuz risale, binler nüshalarıyla nâşir-i efkarı bulunan ve dünya cereyanlarından hiçbir cereyanla alakası bulunmayan ve siyasetten bilkülliye tecerrüd eden ve asılsız bir evham yüzünden, bir seneden beri aleyhine hücum planı çevrilen imanî ve Kur'anî ve sırf uhrevî bir tâife-i azîmenin müdafaası ve evhamın zararından kurtulması, benim sıhhatim ile ve itidal-i demimle bağlanmış.
Elbette siz, binler masum şakirdlerin hayır dualarını kazanmak niyetiyle, sıhhatimin şeraitine ciddiyetle bakarsınız. Tevkif altına alınmış müttehem adamın sıhhati ne ehemmiyeti var diye yalnız resmi baksanız, hekimlikteki hikmet ve şefkat ve insaniyet incinecekler.Benim de şimdiki insanlardan ümidim kesilecek.
Hayli ihtiyar, çoktan hasta
ve çok zaif ve cidden
tam müteessir mevkuf
Said NURSİ
EFENDİLER, HÂKİMLER;
Çok geniş, Risale-i Nur'a ait, Isparta müddeiumumisinin hem mükerrer, hem intizamsız, hem muhtelif, hem çok suallerine karşı, benim de Risale-i Nur'u müdafaa mecburiyetiyle, böyle intizamsız ve parça parça ve bazen mükerrer ifadelerime, nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ederim.
Risale-i Nur'un kıymetini gösteren bazı hususi mahrem risaleler ki; Kerâmat-ı Aleviye ve Kerâmat-ı Gavsiye ve İşârât-ı Kur'aniye risaleleridir.
Elinize geçmek ve geçmiş ihtimaliyle derim: Bu mahkemenin, Risale-i Nur'a itiraz ve tenkit değil, onu müdafaa etmek bir vazifesi olduğunu iddia ediyorum.
Evet vahdet-i mesele cihetiyle, o mezkur üç mahrem risaleler, yüzer işârâtıyla Risale-i Nur'u tasdik ve hakkaniyetine imza basıyorlar. Bir davada bu kadar emareler şehadet ettikleri halde, o dava çürütülmez.
Risale-i Nur'un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'âniye işaratı ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın üç kerâmât-ı gaybiye ile ihbaratı ve Gavs-ı A'zamın sarahata yakın şehadatı vardır. Ona hücum, bunlara hücumdur.
Evet mâdem ölüm öldürülememiş ve kabir kapısı kapanmıyor ve hayat-ı dünyeviye sür'atle hiçliğe gidiyor, elbette Risale-i Nur gibi kudsi ve kat'i bir esere eşedd-i ihtiyaç vardır.
Sh:»(S.N: 167)
BU FIKRA DAHİ MÜSVEDDEYE GİRDİ,DAHA
ÇIKARMADIK.HAPİSTEKİ KARDEŞLERİME YAZDIذIM BİR MEKTURTUR.
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Sorgu hâkimi beni isticvab için çağırdığı gün, ben kardeşlerimi nasıl müdafaa edeyim diye düşünürken, İmam-ı Gazali'nin Hizb-ül Masun'unu açtım. Birden bu gelen âyetler nazarıma göründü.
اِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ اَمَنُوا يَسْعَى نُورُهُمْ بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ اَللَّهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ طُوبَى لَهُمْ
Baktım ki: Birinci ayet (şeddeler sayılsa ve meddeler sayılmazsa) (اَمَنُوا) daki(واو) dahi meddedir, makam-ı cifri ve ebcedisi (l362) eder ki, tam tamına bu senenin hicri aynı tarihine ve bizim mü'min kardeşlerimizi müdafaaya azmettiğimiz aynı zamanına, hem manası, hem makamı tevafuk ediyor. "Elhamdulillah dedim, benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor." Sonra hatırıma geldi ki, "netice ne olacak" diye merak ettim gördüm;
اَللَّهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ طُوبَى لَهُمْ
deki iki cümle (tenvin sayılmak şartıyla), makam-ı cifrisi aynen bin üçyüz altmış iki (l362), (eğer bir medde sayılmazsa) binüçyüz altmış üç eder. (Eğer o medde dahi sayılsa) tam tamına hıfz-ı ilahiye pekçok muhtaç olduğumuz bu zamana ve bu senenin ve gelecek senenin hicri aynı tarihine tevafuk ederek, bir seneden beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada, aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücum karşısında, mahfuziyetimize te'minat ile teselli veriyor.
Risale-i Nur'un bu hadisede daha parlak fütuhatı me'murîn dairelerinde bulunmasından, şimdiki muvakkat tevkif bizi me'yus etmez ve etmemeli. Ve Ayetül Kübranın tab'ı sebebiyle müsaderesi, onun parlak makamına ve nazar-ı dikkati her tarafdan ona celbetmesine bir ilânname telâkki ediyorum.
مَنْ اَمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ en güzel bir düstur-u tesellidir.
Bu teslimiyetle beraber, gayet kuvvetli bir tesanüde ve birbirinin kusuruna bakmamaya ve Risale-i Nur'a karşı alakayı gevşetmek değil, belki daha ziyade kuvvetleştirmeye şiddetle ihtiyacımız var.
Sh:»(S.N: 168)
Ben görüyorum, bize hücum edenler, en ziyade tesanüdümüzü bozmak istiyorlar ve en ziyade bana karşı ihanet derecesinde hürmeti kırmaya çalışıyorlar. Güya Risale-i Nur'a karşı hürmet, benden ileri geliyor. Beni kırmakla, o kırılır diye, divaneliklerinden zan ediyorlar.
Hem şiddetli bir surette konuşmakdan beni men ediyorlar. Tâ ki hakikat-ı mes'ele anlaşılmasın. Ve Risale-i Nur sussun.
O bedbahtlar bilmiyorlar ki; benim zaif dilimin susmasıyla, etrafda binler kardeşlerimin kuvvetli dilleri ve Risale-i Nur'un memlekette intişar eden binler nüshalarının parlak lisanları konuşuyorlar. Ve susmazlar ve susturulmazlar.
Biz onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı, iman-ı tahakiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre iman ile girmek ve şirket-i maneviye ile her birimiz, yüzer lisanla dua ve tesbihat ve a'mal-i saliha yapmak olan iki kudsi ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukabele edip, geçmiş zahmetlerin sevaplarını ve manevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabr içinde şükür etmeliyiz.
Madem ben, sizin elemlerinizle de müteellimim ve sizden pekçok ziyade tazyika maruz olduğum halde, sabır ve tahammül ediyorum, elbette sizler benim tesellilerime ihtiyacınız çok olmaz diye çok teselli yazmıyorum.
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Emniyet Müdürü Müddei umumi ile beraber, hapiste yanıma geldikleri vakit, bu mektubu verdim. O da vâliye vermiş.
Emniyet dairesindeki Hey'et-i Zâbıtaya bir maruzatımdır.
Efendiler,
Benim başıma evham yüzünden gelen hâdise ile, hey'et-i zâbıta emniyet-i dahiliye cihetiyle çok alakadardır diye, size de bir hakikatı beyan edeceğim. Çünki hem Kastamonu'da, hem Ankara'da hem Isparta'da taharri me'murları ve komiserler, bizim esrarımızı anlamak için çok temas ettiler. Kastamonu zabıtası bildi ki, biz zâbıta vazifesine endişe vermek değil, belki yardım ediyoruz. Ve Isparta zabıtası dahi, müteaddid temasında bizi ve Risale-i Nur'u ve şakirdlerini, asayiş ve inzibat cihetinde yardımcı ve dost görmeğe başladılar. Hatta en mahrem esrarımızı ki, Isparta müddeiumumisi dinlemesinden telaş ettiği halde, bila tereddüd Isparta zabıtasına verecektim. Ve benimle gelecek sivil komiserler ile gönderecektim: Fakat beni kelepçelediler. Onlar da gelmediler. Ben de, gönderemedim.
Evet gerçi şahsım itibarıyla, ehemmiyetsiz ve kıymetim yok, fakat kırk
Sh:»(S.N: 169)
senedir memleketin çok yerleriyle alakadar olmuşum. O yerlerde ciddi dostlarım ve hakiki kardeşlerim ve Risale-i Nur dersinde arkadaşlarım kesretle varlar.
Eğer onların vaziyeti, inzibat ve asayiş lehinde olmasa idi, elbette şimdiye kadar, bir vukuatları görünecekti.
Halbuki hem Eskişehir mahkemesinde, hem bu defa da vukuata binaen değil, belki imkâna bina edilmiş. Yani, yapmış diye ilişmiyorlar, belki yapabilir diye, evham yüzünden ilişiyorlar.
İşte buranın zabıtasına, en mahrem esrarımı bilaperva içine alan müdafaatımı, isterlerse takdim edeceğim. Çünki ekser vilayetlere Risale-i Nur ve şakirdleri girmişler. Herhalde Denizli'ye eğer girmemişse, girecek. Böyle hasbi, fahri bir tarzda fenalığı, ahlaksızlığı, anarşiliği, serseriliği izaleye ciddi çalışan ve te'siratını Kastamonu'da ve Isparta havalisinde gösteren yılmaz, geri çekilmez bir inzibat kuvvetini, buranın emniyet dairesi nazara alıp, asayiş lehinde isti'mal etmek varken, bu kuvvete endişeli ve müttehem nazariyle baksa birkaç cihette zarardır diye arz ediyorum;
Ben buranın adliyesine karşı ehemmiyetsiz şahsım değil, belki memlekete zararsız bir surette menfaatli ve kıymetli Risale-i Nur ve şakirdlerini nazara alıp müdafaa ettiğim halde, "Sen kendini müdafaa et" diye beni acip bir câni tarzında herşeyden ve konuşmaktan tecrit ve haps-i münferide, ve sıhhatime ve ihtiyarlığıma tam dokunacak bir şekilde soktular.
Sonra doktorları hastalığım haysiyetiyle istedim. Onlara hitaben derdimi yazdım. Birkaç gün te'hirden sonra, bir doktor geldi. Öyle bir acele ile baktı ki; "Güya müttehem ve vatana muzır bir şahsiyetin sıhhati ne ehemmiyeti var." diye manasını fehm ettim. Daha onlara hitaben yazdığım istirhamnameyi vermedim. Şimdi en son size de müracaat ediyorum. Bu gurbette hiç dost bulamayan ve herkes ona müttehem nazarıyla bakan bir adamın derdini de dinlemek gerekdir.
Bir vazife ile, bir sivil polis gönderebilirsiniz. Tâ ki hakikat-i hâli anlasın, size haber versin. Ve Isparta ve Denizli adliyelerine karış müdafaatımın suretini size getirsin. Ve zâbıta ile Risale-i Nur şâkirdlerinin ortasına anlaşmamazlık girmesin.
Haps-i münferidde mevkuf
Said NURSİ Sh:»(S.N: 170)
% EN MÜHİM PARÇA BUDUR.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
BİR CUM'A GÜNÜNÜN BİRKAÇ SAATİNİN BİR MAHSULÜDÜR.
MÜDDEİUMUMİ BEY
Yirmi senedir, hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa böyle resmi ve ince ve siyasi hayatı terk etmiştim. O hallere karşı alması lazım gelen vaziyeti bilemiyorum ve düşünemiyorum ve düşünmesi beni cidden incitiyor. Fakat mecburiyetle, Isparta'da insafsız bir zatın intizamsız ve mükerrer ve lüzumsuz pekçok suallerine verdiğim cevapların hatimesi ve hülasası ve sorgu hakiminin zabtına geçen ve ayrıca size verilmiş olan, intizamsız müdafaatım ve istidamda belki saded haricinde ve lüzumsuz ve tekrar ve intizamsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli ta'birler ve bilemediğim yeni kanunlara muhalif ifadeler bulunabilir. Fakat madem hakikat üzere gidiyor, hakikatın hatırı için o kusurlara bakmamak gerekir. O istida da üç dört, belki dokuz esas üzere gidiyor.
Birincisi: Madem hükümet-i Cumhuriye, Cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir.
Ve mâdem dinsiz bir millet yaşamaz. Ve Asya din noktasında Avrupaya benzemez. Ve İslamiyet hayat-ı şahsiyeye ve uhreviye cihetinde hristiyanlığa uymaz. Ve dinsiz bir müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri, dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümüne karşı, salabet-i diniyesini kahramanane muhafaza eden, bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrısi hükmüne geçen diyanet, salahat ve bilhassa iman hakikatlarının öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükümet, Risale-i Nur'a adalet ve kanun ve asayiş cihetinde ilişmez ve iliştirmemeli.
İkinci Esas: Madem bir şeyi red etmek başkadır, ve o şeyi kalben kabul etmemek daha başkadır, ve onunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Her hükümette şiddetli muhalifler bulunur. Ve mecûsi hakimiyeti altında müslümanlar ve Hükümet-i İslamiye-i Ömeriyede Yahudiler, Hristiyanlar bulun
Sh:»(S.N: 171)
muş ve asayişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i şahsiyesi, her hükümette vardır, ilişilmez. Ve hükümet ele bakar kalbe bakmaz. Ve madem asayişe ve idareye ve siyasete ilişmek isteyen, herhalde hiç şüphesiz gazeteler ile ve dünya hadisatı ile alakadar olacak. Ta kendine yardım eden cereyanları, vaziyetleri hadisatı bilsin. Tâ yanlış ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise, şakirdlerini o derece men etmiş ki; bütün yakın dostlarım biliyorlar ki; yirmi senedir değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Ve iki sene ve iki aydır, (yedi sene aynı hal devam etti, hiç sormadı) katiyyen dünya harplerinden ve vaziyetlerinden, hiç bir haber almamak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden çekmiş. Elbette ve elbette hikmet-i hükûmet ve kanun-u siyaset ve düstur-u adalet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişmez. Ve ilişen herhalde ya evhamdan veya garazdan veya inattan ilişir.
Üçüncüsü: Bir müddeiumumi yanlış bir mana ile, Beşinci Şua'a dair suallerinde kanun hesabına değil, belki ölmüş bir şahsın dostluğu taassubu hesabına, manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle, bu gelecek uzunca tafsilatı vermeğe mecbur oldum.
Evvelen: Bu Beşinci Şua'ı biz gayet mahrem tutuyoruz, neşretmiyoruz. Hem bütün taharrilerde bende bulunmadı. Hem sekiz senede, bir iki defa, bir iki saat elime geçti. Hem maksadı, yanlız avamın imanlarını şüphelerden ve müteşabih hadisleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede dolayısıyla bakar. Hem verdiği gaybi haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmez, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor, külli bir surette, bir hakikat-i hadiseyeyi beyan eder. Fakat bir zaman sonra, o külli hakikatı, bu asırdaki dehşetli bir şahsa, tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde, yeni te'lif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı Dâr-ül Hikmetten de daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra, tanzim edildi. Risale-i Nur'a girdi. Şöyle ki:
Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonyanın başkumandanı İslam ulemasından dini bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri, o münasebetle sual ettiler. Ezcümle: Bir hadiste, ahirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında هَذَاكَافِرٌcümlesi yazılmış bulunur, hadis vardır, diye benden sual ettiler. Dedim: Bir acip şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevaptan bunu sordular: "Acaba o zaman onu giyen kafir olmaz mı"? Dedim: şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki hakiki iman şapkayı da secdeye getirecek, müslüman edecek, İnşaallah.
Sonra dediler; aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek, bu hâdise ile süfyan olduğu bilinecek. Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var ki; çok
Sh:»(S.N: 172)
israflı adamın eli deliktir, yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi olur deniliyor. İşte o dehşetli adam, bir su olan rakıya müptelâ ve onunla hasta olacak, ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.
Sonra birisi sordu ki: O süfyan öldüğü zaman, İstanbul'da dikilitaşta, şeytan bütün dünyaya bağıracak ve işittirecek ki "filan öldü" Ben o vakit dedim: Telgrafla haber verilecek. Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Dâr-ul hikmette iken dedim: şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.
Sonra sedd-i zü-l karneyn ve ye'cüc ve me'cüc ve dabdet-ül arz ve deccal ve nüzul-u İsâ Aleyhisselâm hakkında sualler sorulmuştu. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar.
Bir zaman sonra Mustafa Kemal'in, iki defa şifre ile ve onun eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey'in vasıtasıyla, beni Ankara'ya taltif için neşr edilen Hutuvât-ı Sitte'ye mükâfeten celb etti, gittim.
Şeyh Sünûsi o kürdçe lisanı bilmediğinden, beni onun yerinde üçyüz lira maaşla, vilâyât-ı şarkiyeye vâiz-i umumi, hem meb'us, hem Diyanet Riyaseti Dairesinde Dâr-ul Hikmet azalarıyla beraber, eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve Şark Dâr-ül Fûnununa, Sultan Reşadın verdiği ondokuzbin altın lirayı, yüzelli bin banknota iblağ ederek, ikiyüz meb'us içinde, yüzaltmışüç meb'usun imzasıyla kabul edildiği halde ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada, o adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım ve "Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez." diye dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip, yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.
Yalnız bazı zâlim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki üç risaleleri yazdırdılar. Sonra bazı zatlar, ahirzaman hadisatını haber veren, müteşabih hadîsleri sual etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur'un Beşinci Şua'ı namını aldı.
Risale-i Nur'un numaraları te'lif tertibiyle değil. Mesela Otuzüçüncü Mektup, Birinci Mektuptan daha evvel te'lif edilmiş. Ve bu Beşinci Şua'nın aslı gibi, Risale-i Nur'un bir kısım eczaları, Risale-i Nurdan evvel te'lif edilmiş. Her ne ise...
Bu makamda bir müddeiumuminin, Mustafa Kemal'e dostluğu taassubiyle, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri, beni bu saded harici izahatı vermeğe mecbur eyledi.
Ben onun adliye kanunu namına, tamamen şahsi ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ederim.
O dedi: "Beşinci Şua'da sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şaraptan su tulumbası gibi tabirler ile tezyif etmişsin."
Ben, bu bütün bütün manasız ve yanlış dostluk taassubuna mukabil derim:
Sh:»(S.N: 173)
Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez. Yalnız bir hissesi olabilir. Nasıl ki, ordunun bütün ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür. Dehşetli bir haksızlıktır. Evet nasıl, o insafsız o çok kusurlu adamı sevmemekle beni itham etti. Âdeta vatan haini yaptı. Ben de, onu orduyu sevmemekle itham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve manevi ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler haseneler, iyilikler, cemaate, orduya tevzi' edilir. Ve menfi tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünki bir şeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücuduyla olur ki; kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyla mahvolur, bozulur. O fenalık başa, reise verilebilir.
İyilikler, haseneler ekseriyetle müsbet ve vücûdidir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar ademidir ve tahribidir. Reisler mes'ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasılki bir aşiret fütûhat yapsa, aferin Hasan Ağa, eğer mağlup olsa tuh diye aşiret tezyif edilir. Bütün bütün hakikatın aksine hükmedilir.
Aynen öyle de, beni itham eden o müddei, bütün bütün hakkın ve hakikatın aksine bir hatasıyla, güya adliye namına hükmetti. Aynen bunun hatası gibi, eski harb-i umumiden biraz evvel, ben Vanda iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: "Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmiyeceğiz. "Ben de dedim: "O fenalıklar, o dinsizlikler o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes'ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda, belki yüzbin evliyalar var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem, size iştirak etmem." O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi.
Az bir zaman sonra, harb-i umumi patladı. O ordu, Din-i İslam namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüzbin şehitler evliya mertebesine çıkıp, beni o davamda tasdik ederek, kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. Biraz uzun söylemeğe mecbur oldum. Çünki hiçbir hissiyatla ve harici te'siratla müteessir olmamak mahiyetinin kat'i bir hassası bulunan adalet hakikatı namına, böyle cüz'i ve hata hissiyatla ve tarafgirlikle bize ve Risale-i Nur'a karşı, müzeyyifane hareket eden müddeiumuminin acip vaziyeti, beni bu uzun ifadeye sevketti.
Dördüncü Esas: Eskişehir mahkemesi yüz risaleyi ve mektupları, dört ay tetkikten sonra yalnız yüzyirmide onbeş adama, altışar ay ceza ve bana da yüz risaleden yalnız bir iki risalede onbeş kelime ile, bir sene ceza verebildi. Tarikatçılık ve cem'iyyetçilik ve şapka mes'elelerinde beraat ettirdiler. Ve biz dahi o cezayı çektik.
Ondan sonra Kastamonu'da çok defa taharrilerde, hiçbir ilişiğimizi bulmadılar. Ve geçen sene Isparta'da mahrem ve gayr-ı mahrem Risale-i Nur'un bütün eczaları, bilâ istisna hükümetin eline geçti. Üç ay tetkikten sonra, umumu sahiplerine iade edildi.
Sh:»(S.N: 174)
Madem hakikat budur. Beni ve Risale-i Nur'un şâkirdlerini itham eden, o gibi kanun namına kanunsuz ve garaz ve hissiyatla bizi muaheze edenler, bizden evvel hem Eskişehir mahkemesini, hem Kastamonu hükümetini ve zabıtasını, hem Isparta Adliyesini itham edip, (varsa) suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünki bir suçumuz olsa idi, bu üç hükümetin yakınında çok zaman tecessüs ile görmedi veya aldırmadı. Bizden ziyade onlar suçlu olurlar.
Halbuki; dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsa idi, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfî de ve Mustafa Kemal'e hiddetine karşı divan-ı riyasette, şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, onsekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entirikalarını çeviriyor diye onu itham eden, elbette bir garazla eder. Biz Denizli Müdeiumumisinden ümit ederiz ki, bizi böylelerin garazından kurtarsın. Hakikat-ı adaleti göstersin.
Beşinci Esas: Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak, bir düstur-u essasiyeleridir. Çünkü hâlisane hizmet-i Kur'aniye, onlara herşeye bedel kâfi geliyor.
Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde, hiç kimse istiklaliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir cerayan onun hareketeni kendi hesabına alacak. Kendi dünyevi maksadına alet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.
Hem maddi mübazarede, şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad ile birinin hatasıyla onun masum çok taraftarlarını ezmek lazım gelecek, yoksa mağlûp düşecek.
Hem dünya için dinini bırakan veya alet edenlerin nazarlarında, Kur'anın hiçbir şeye alet olamayan kudsi hakikatları, bir propaganda-i siyasette alet olmuş tevehhüm edilecek.
Hem milletin her tabakası muvafıkı, muhalifi, memuru, âmisi o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risele-i Nur şakirtleri tam bîtaraf kalmak için, siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş.
Altıncı Esas: Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusurları ile Risale-i Nur'a hücüm edilmez, o doğrudan doğruya Kur'ana bağlanmış ve Kur'an dahi arş-ı azam ile bağlıdır. Kimin haddi var elini oraya uzatsın. O kuvvetli ipleri çözsün.
Hem bu memlekete maddi ve manevi bereketi ve fevkalade hizmeti, otuzüç âyât-ı Kur'âniyenin işaratı ile ve imam-ı Ali( R.A.) ın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azamın( K.S.) kat'i ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur, bizim âdi ve şahsi kusurumuzdan mesul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddi, hem manevi telafi edilmeyecek derecede
Sh:»(S .N: 175)
zarar olacak.(Haşiye)
Bazı zındıkların şeytanetiyle, Risale-i Nur'a karşı çevrilen planlar ve hücumlar, İnşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez dağıttırılmaz, vazgeçirilmez. Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlup edilmezler.
Eğer maddi müdafaadan Kur'an men etmeseydi, bu milletin can damar hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi, Cüz'i ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin ! Eğer mecburiyet-i kat'iyye derecesinde onlara zulm edilse ve Risale-i Nur'a hücum olsa: Elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.
Elhasıl: Madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz onlar da bizim ahiretimize ve imani hizmetimize ilişmesinler.
Hâşiye:Bu istida, Kastamonu zelzelesinden yirmi gün evvel yazılmıştır. Risale-i Nur bereketiyle her vilayetten ziyada âfatten mahfuz kalmıştı. Şimdi âfet başladı; bu davamızı tasdik etti. Mevkuf
Said NURSÎ
باِسْمِهِسُبْحَانَهُ
Denizli'nin insaflı Müddeiumumisinin iddianamesine karşı evvelen ( beş altı esas)olarak, Müddeiumumi beye evvelce yazılan bir küçük müdafaayı, bir itirazname ve sâniyen mahkemenin elinde bulunan, Eskişehir müddeiumumisinin iddianamesine mukabil verilen, eski itirazname ve müdafaayı ve sâlisen küçük müdafaadaki ( Beş altı esasa) (Üç dört esası) bir itirazname olarak, iddia makamına, ağır ceza mahkemesine takdim ediyorum:
Birinci Esas: İddianamade başka yerlerdeki sathî tahkikata binaen, bize bir cemiyet-i siyasiye noktasında bakmış. Buna cevabımız:
Evvelen: Bütün benimle arkadaşlık eden zatların şehadetiyle, ondokuz seneden beri, hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve bu iki sene beş aydır, harb-i umumiden hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir adam, elbette siyasetle hiçbir alakası yoktur. Ve siyasi cemiyetler ile hiçbir münasebeti olmaz.
Ve Saniyen Risale-i Nur'un yüzotuz parçaları meydandadır, içinde imanî hakikatlardan başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevi olmadığını, Eskişehir mahkemesi yalnız bir iki risaleden başka ilişmemesi ve koca Kastamonu zabıtasının sekiz sene zarfında daimi tarassut ile beraber, iki hizmetçimden başka, yalnız üç adamdan başka bir bahane ile müttehem bulmaması, kat'i bir hüccettir ki, Risale-i Nur şakirtleri hiçbir vecihle siyasi cemiyet değiller.
Sh:»(S.N: 176)
Eğer iddianamedeki cemiyetten maksadı, îmanî ve uhrevi bir cemaat ise; ona cevaben deriz ki: Eğer Darülfünün talebelerine ve her nevi esnafa, birer cemiyet nâmı verilse: bize de o neviden bir cemiyet nâmı verilebilir.
Eğer dini hissiyatla, emniyet-i dahiliyeyi ihlal edecek bir cemaat nâmı veriliyorsa, buna mukabil deriz: Yirmi sene zarfında, bu fırtınalı zamanda, Risale-i Nur'un yüz risalelerinden binler nüshalarını binler adam kemal-i merakla okudukları halde, hiçbir yerde, hiçbir vukuat ile emniyet-i dahiliyeye ilişmeleri, ne hükümetçe ve ne de mahkemece kaydedilmemesi bu ittihamı çürütüyor.
Eğer hissiyat-ı diniyeyi kuvvetlendirmesinden, istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye, bir cemiyet namı verilmiş ise, buna mukabil deriz:
Evvelen: Başta Diyanet Riyaseti bütün vaizler aynı hizmeti görüyorlar. Saniyen: Risale-i Nur şakirtleri değil emniyete, âsayişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanaatlarıyla milleti anarşiliktan muhafaza ve emniyet ve âsayişi temin etmek için çalıştıklarına delil ise; ( Birinci esasta) beyan edilmiş.
Evet biz bir cemaatız, hedefimiz ve proğramımız evvela kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebediden ve daimi haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı, Risale-i Nur'un çelik gibi hakikatlarıyla kendimizi muhafaza olduğuna hüccet ise: Risale-i Nur'un zındıkaya karşı manevi bir müdafaanamesi hükmünde olan, Denizli hapsinin meyvesi namında ve Risale-i Nur'un kısa bir hülasası ve esas mesleğini beyan eden risaleciktir ki, bir nüshası müddeiumumiliğe verilmiş.
İkinci Esas: Risalelerde bazı dokunaklı cümleler vardı. Başka yerlerin nâkıs ve sathi tahkikatlarına binaen bizi ittiham ediyor. Buna mukabil deriz:
Madem maksadımız iman ve âhirettir. Ehl-i dünya ile mübareze değil. Ve mâdem, o pek cüz'i ve yalnız bir iki risaleye mahsus ilişmek kasdi değil, belki maksadımıza yürürken onlara çarpmışız. Elbette bir garaz-ı siyasi manasında olamaz.
Ve madem imkanat başkadır, vukuat başkadır. ( Hakkımızda asayişe zarar yapmış değil, yapabilir diye ittiham ediyor) . Herkesin bir adamı öldürebilir diye, ittihamı gibi manasız bir ittihamdır.
Ve madem yirmi sene müddetinde, yirmi binler adamda ve binler nüshalar ve mektuplarda hem Eskişehir ve hem Kastamonu ve hem Isparta şiddetli tetkik ve tahharrilerde, hakiki bir suç teşkiledecek maddeleri bulamadılar.
Ve Eskişehir mahkemesi birşey bulamadığından mecburiyetle, bir lastikli kanun maddesinden bizi mesul ettiği gibi, bütün dini dersini vereni dahi mesul eder bir tarzda, yüz adamdan onbeş adama altışar ay ceza verebildi.
Acaba bizim gibi bir adamın sizden olsa, bir senede yirmi mahrem mektupları bu tarzda tetkik edilse, onu mesul ve mahcup yedecek yirmi cümle bu
Sh:»(S.N: 177)
lunmaz mı ? Halbuki, bizde yirmi bin adamdan, yirmi bin nüsha ve mektuplarda, hakiki mesul edecek yirmi cümle bulamadıklarından gösteriyor ki: Risale-i Nur'un hedefi, doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile alışverişi yoktur.
Üçüncü esas: Denizli mahkemesinin insaflı müddeiumumusinin, başka yerlerde insafsız ve sathi zaptnamelerine binaen, iddianamede kaydettiği maddeler ve tarihsiz mektuplar, hem yirmi ve onbeş ve on sene zarfındaki muhaberelerden ve kat'i cevabı, üçüncü esasta ve istidamın ikinci sualinde bulunan beşinci Şuadan, o yüz otuz risalelerin yalnız dört beş risalelerinden ve Eskişehir mahkemesinin tetkikinden geçen ve cezasını çektiren ve af kanunları gören mektuplar ve risalelerden ittihamımıza medar bazı bahaneler var.
Acaba: Otuzbir mart hadisesinde, ( Bâb-ı Seraskeride ve şeyl-ül İslam ve ulemayı dinlemeyen) sekiz taburu bir nutukla itaate getiren bir adam, sekiz sene zarfında (zabtnamelere göre) çalışmış, Kastamonuda yalnız beş adamı iğfal edebilmiş, denilebilir mi?
İşte mahrem ve gayr-i mahrem bütün evrak ve kitaplarımı odunlar yığını altından çıkarıp, üç ay tetkikten sonra yalnız Feyzi, Emin, Hilmi, Tevfik, Sâdık'tan başka kimseyi, o koca Kastamonu'da bulamadılar. Bu beş zat ise, Lillah için, bana şahsi hizmet münasebetiyle gönderilmişler.
Eğer o sathi zaptnameler gibi yapsa idim beş değil, belki beşyüz ve beş bin adamları kandırabilirdim. O zabtnamelerde, ne kadar yanlışlar bulunduğuna bir iki numuneyi beyan ediyorum.
Zaman-ı saadetten şimdiye kadar câri bir âdet-i islâmiyeye ittibaen, Risale-i Nur'un hususi menbaları olan yüzer âyât-ı meşhûreyi, büyük bir en'am gibi, Bir Hizb-i Kur'âni yaptığımızı, " Dinde tahrifat yapıyor" diye muâheze etmişler.
Hem Eskişehir mahkemesinde medar-ı nazar olup, ehemmiyet verilmeyen " Lâdini zamanında latin harflerinin kabulü tarihine tevafukla, inkâr-ı haşre bir emâredir diye" bizi bugün yazılmış gibi mes'ul etmek istiyor.
Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kayd edildiği gibi, odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesiyle, bu sene yazılmış ve neşr edilmiş gibi, itham etmek ister.
Hem Ankara'da hükumetin riyasetinde bulunan birisine ( Mustafa Kemal'e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele etmeyip, sûküt eden ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadîsiyeyi, beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve mahrem tenkitlerim, medar-ı mes'uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükumetten alakası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede ? Ve hükumetin ve milletin bir hâtırası ve Cenab-ı Hak'kın bir tecelli-i hâkimiyyeti olan, adalet kanunları nerede ?
Hem biz hükumet-i cumhuriye esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası bizim
Sh:»(S.N: 178)
aleyhimizde medar-ı mes'uliyet tutulmuş. Güya biz, hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz.
Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit etmesinden, hatır ve hayalime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnad ediyor. Güya ben (Haşiye) radyoyu, ve tayyareyi ve şimendiferi kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hazıra aleyhinde bulunduğumla, mes'ul ediyor.
İşte bu numunelerine kıyasen, ne kadar hilaf-ı adalet bir muamele olduğunu inşallah insaflı ve adaletli olan Denizli müddeiumumisi ve mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.
Hem en acibi budur ki; başka mahkemenin müddeumumisi benden sordu: " Mahrem Beşinci Şua'da demişsin; " Ordu dizginini, o dehşetli şahsın elinden kurtaracak." Muradın orduyu hükümete karşı itaatsizliğe sevk etmektir. " Ben de dedim: Maksadım o kumandan ya ölecek veya tedbil edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir.
Acaba; Hem gayet mahrem, sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhir zamana ait bir hadisin manasını, külli bir surette beyan eden, hem aslı eskide te'lif edilen bir risale, hem bir tek nefer görmediği halde, nasıl sebeb-i itham olur. Maatteesüf o insafsızların o acip ithamı, iddianemeye girmiş.
Hem en garibi şudur ki; bir yerde demişim: " Cenab-ı Hakkın büyük ni'metleri olan tayyare, şimendifer ve radyoyu büyük şükür ile mukabele lazımken, beşer şükür etmedi. Tayyareler ile başlarına bombalar yağdı. Ve radyo, öyle büyük bir ni'met-i ilahiyedir ki; ona mukabil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir külli hâfız-ul Kur'an olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur'an'ı dinlettirsin.
Ve Yirminci Sözde, Kur'anın medeniyet hârikalarından gaybî haber verdiğini beyan ederken, bir âyetin işareti olarak, "kâfirler şimendifer ile âlemi islâmı mağlub ederler" demişim. İslâmı bu harikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i itham olarak, şimendifer ve tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hazıra aleyhindedir diye, iddianamenin âhirinde, beni evvelki müddeiumuminin garazlarına binaen, itham eder.
Hem hiç bir münasebeti olmadığı halde bir adam Risale-i Nur'un ikinci bir ismi olan Risalet-ün Nur tâbirinden "Kur'anın nurundan bir risalettir bir ilhâmdır" demiş. İddianamede, başka yerin verdikleri yanlış mana ile, güya "Risale-i Nur bir resûldür" diye benim için bir sebeb-i itham tutulmuş.
Hem müdafaatımda yirmi yerde, kat'i bir surette hüccetler ile isbat etmişiz ki; bütün dünyaya karşı da olsa, din ve Kur'an ve Risale-i Nur'u âlet
______________
Hâşiye:Radyo gibi azim bir ni'met-i İlâhiyeye karşı, azîm bir şükür olmak için: " Radyo Kur'an'ı okuyup bütün zemin yüzündeki insanlara dinlettirip, küre-i havanın bir hâfız-ı Kur'an olmasıdır." demiştim.
Sh:»(S.N: 179)
edemeyiz ve edilmez. Ve biz onların bir hakikatını, dünya saltanatına değiştirmeyiz, ve bilfiil öyleyiz. Bu davanın emareleri, yirmi senede binlerdir. Madem böyledir. Ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz.
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Efendiler;
Size kat'i haber veriyorum ki; buradaki zatların, bizimle ve Risale-i Nur'la münasebeti olmayan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakiki kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatlı arkadaşlarım var. Biz, Risale-i Nur'un keşfiyat-ı kat'iyesiyle, iki kere iki dört eder derecesinde, sarsılmaz bir kanaatle bilmişiz ki: Ölüm bizim için, sırr-ı Kur'an ile, idam-ı ebediden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhalif ve dalalette gidenler için, o kat'i ölüm, ya idam-ı ebedidir. (Eğer ahirete kat'i imanı yoksa), veya ebedi karanlıklı haps-i münferiddir (Eğer ahirete inansa ve sefahet ve dalalette gitmiş ise.)
Acaba dünyada bu mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye var mı ki, bu ona alet olsun? Sizden soruyorum. Madem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorsunuz?
Biz, en ağır cezanıza karşı kendimizi, alem-i nura gitmek için, bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemal-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalalet hesabına mahkûm edenleri, sizi bu mecliste gördüğümüz gibi, idam-ı ebedi ile ve haps-i münferidle mahkûm ve pek yakın bir zamanda, o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahade derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz. Onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz.
Bu kat'i ve ehemmiyetli hakikatı isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım. Değil vukufsuz, garazkar, maneviyatta behresiz, ehl-i vukufa karşı, belki en büyük alim ve feylesoflarınıza karşı, gündüz gibi isbat etmezsem, her cezaya razıyım.
İşte yalnız bir nümune olarak, iki Cum'a gününde mahpuslar için te'lif edilen ve Risale-i Nur'un umdelerini ve hülasa ve esaslarını beyan ederek, Risale-i Nur'un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesini ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için, yeni harfler ile yazdırmağa müşkilatlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz, eğer kalbiniz (nefsinize karışmam) beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak içinde, her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim.
Elhasıl: Ya, Risale-i Nur'u tam serbest bırakınız, veyahut bu kuvvetli
Sh:»(S.N: 180)
ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız. Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim, fakat mecbur ettiniz, belki de sizi ikaz etmek lâzım idi ki, kader-i ilâhi bizi bu yola sevketti. Biz de;
مَنْاَمَنَبِالْقَدَرِاَمِنَمِنَالْكَدَرِ düstur-u kudsiyi kendimize rehber edip, herbir sıkıntılarınızı sabır ile karşılıyacağız, diye azmettik.
Mevkuf
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
İddianameye karşı itiraznamemin tetimmesidir
Bu itirazda muhatabım, Denizli mahkemesi ve müddeiumumisi değil, belki başta Isparta ve İnebolu müddeiumumileri olarak, yanlış ve nâkıs zabıtnameleriyle, buradaki acib iddianameyi aleyhimize verdiren garazkâr ve vehham me'murlardır.
Evvela: aslı ve faslı olmayan ve hatırıma gelmiyen bir siyasi cemiyet nâmını, mâsum ve siyasetle hiç alakaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve İman ve âhiretinden başka hiçbir maksadları bulunmayan bîçareleri, o cemiyetin nâşiri, ya fa'al bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nur'u okumuş veya okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp, mahkemeye vermek, ne kadar adâletin mahiyetinden uzak olduğuna kat'i bir hüccet şudur ki:
Kur'an aleyhinde yazılan Doktor Duzinin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara, "Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i İlmiyye" düsturuyla bir suç sayılmadığı halde, hakikat-ı Kur'aniyeyi ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur'u okumak ve yazmak bir suç sayılmış.
Ve hem, yüzer risale içinde, yanlış mana verilmemek için mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki üç risalede, yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş.
Halbuki o risaleleri (biri müstesna) Eskişehir mahkemesi tetkik etmiş, îcabına bakmış. Ve müstesna ise, hem istidamda ve hem itiraznamemde gayet kat'i cevap verildiği ve "Elimizde nur var, siyaset topuzu yok" diye Eskişehir mahkemesinde, yirmi vecihle kat'i isbat edildiği halde, o insafsız müddeiler, üç mahrem ve neşr olmayan risalelerin üç dört cümlelerini, bü-
Sh:»(S.N: 181)
tün Risale-i Nur'a teşmil eder gibi, Risale-i Nur'u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de "Hükümet ile mübareze eder" diye ittiham etmişler.
Ben ve bana yakın ve benim ile görüşen bütün dostlarımı işhad ve kasemle te'min ederim ki, bu on seneden ziyadedir ki, iki reisten ve bir meb'ustan ve Kastamonu valisinden başka, hükümetin erkanını, vükelasını; kumandanları, me'murları, meb'usları kimler olduğunu kat'iyyen bilmiyorum. Ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkanı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeye merak etmesin? Dost mu, düşman mı? karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin.
Bu hallerden anlaşılıyor ki; bil'iltizam, herhalde beni mahkum etmek için, gayet asılsız bahaneleri icad ederler.
Madem keyfiyet böyledir, ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim; Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem. Ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben, kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir.
Risale-i Nur'un binler hüccetleriyle kat'i imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa; bizim için bir saat zahmet, ebedi bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur.
Fakat siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat'i biliniz ve titreyiniz ki; siz, idam-ı ebedi ile ve ebedi haps-i münferid ile mahkum oluyorsunuz. İntikamımız sizden pekçok ve muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz; hatta size acıyoruz.
Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatı, elbette hayattan ziyade, bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her mes'elesinin fevkınde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zaruri ve kat'isidir.
Acaba bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini ve o çareyi binler hüccetler ile bulduran Risale-i Nur'u âdi bahaneler ile ittiham edenler, ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.
Bu insafsızları aldatan ve hiçbir münasebeti olmayan bir siyasi cemiyet vehmini veren üç maddedir.
Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim, benim ile kardeş gibi şiddetli alakadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.
İkincisi: Risale-i Nur'un bazı şakirdleri, her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmiyen ve cemaat-i islamiye hey'etleri gibi hareket etmelerinden, bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki, o mahdut üç-dört şakirdin niyetleri, cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede halis bir kardeşlik ve uhrevi bir tesanüddür.
Üçüncüsü: O insafsızlar, kendilerini dalalet ve dünya-perestlikte bildik
Sh:»(S.N: 182)
lerinden ve hükümetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından fikren diyorlar ki: "Herhalde Said ve arkadaşları, bizlere ve hükümetin bizim medenice nameşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasiyedirler."
Ben de derim: Hey bedbahtlar! dünya ebedi olsaydı; ve insan içinde daimi kalsaydı; ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı; belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalede on cümle değil, belki bin cümleyi, siyasetvari ve mübarezekârâne bulacaktınız.
Hem farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye --ki, şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez--, haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız göserilmiyor, ve hükümet ele bakar, kalbe bakamaz ve herbir hükümette şiddetli muhalifler bulunur; elbette yine adliye kanunu ile bizleri mes'ul etmezsiniz. Son sözün
حَسْبِىَ اللَّه لااِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir vâkıa-i müdafaayı beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? "Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: "Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet-perverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim. Sonra dediler: "Sen, selef-i sâlihine muhalefet ediyorsun?" Cevaben diyordum: "Hulefa-i Raşidin; herbiri hem halife, hem Reis-i Cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyyeyi taşıyan, manayı dindar cumhuriyetin reisleri idiler."
İşte ey müddeiumumi ve mahkeme azaları: Elli seneden beri, bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik manası, bîtaraf kalmak, yâni hürriyet-i
Sh:»(S.N: 183)
vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükumet telakki ederim. On senedir --şimdi yirmi sene oluyor ki, hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükumet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum.
El'iyazubillah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve ahiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bila-perva ilan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, îmana ve ahiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız. Benim son sözüm
حَسْبُنَااللَّهوَنِعْمَالْوَكِيلُolarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkum etmenize mukabil derim:
Ben, Risale-i Nur'un keşf-i kat'isiyle idam olmuyorum, belki terhis edilip, nur alemine ve saadet alemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar; idam-ı ebedi ile ve daimi haps-i münferid ile mahkum bildiğimden ve gördüğümden, tamamiyle intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.
Mevkuf
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
(Mahkemede bir son sözüm)
Efendiler,
Çok emarelerle kat'i kanaatim gelmiş ki; hükumet hesabına, "hissiyat-ı diniyeyi alet ederk emniyet-i dahiliyeyi ihlal etmek" için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine, çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki:
Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur'un yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur'un şakirdleri tarafından, emniyetin ihlâline dair, hiçbir vukuat olmamış ve hükumet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti.
Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak, bütün dindar nasihatçılara şamil, lastikli bir kanunun yüzaltmış üçüncü maddesi, sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükumeti iğfal ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.
Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapı
Sh:»(S.N: 184)
nız. Dünyanız başınızı yesin.. ve yiyecek. Yüz milyon lkahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikata, başımız dahi feda olsun. Her ceza ve idamınıza hazırız.
Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen, böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet, ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet -i diniye olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara, ya ölmek veya hapse girmekten başka çaresi kalmaz. Bizde اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyerek, Rabbimize dayanıyoruz.
Mevkuf
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey Efendi,
Hukukumu müdafaa etmek için, ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var. Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkıstır, hem beni başkalarla görüştürmüyorlar, âdeta tecrit-i mutlak içindeyim. Hatta idiânâme, onbeş dakikadan sonra benden alındı.
Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hatta size takdim ettiğim müdafaatımın, çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak, ancak yeni harf ile bir suretini alabildim.
Hem Risale-i Nur'un bir nev'i müdafaanâmesi ve mesleğinin hülasası olan, Meyve Risalesinin bir suretini, müddeiu muma vermek için ve bir iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler.
Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makinayı hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle bir iki nüsha yazdık. Hem o mahkeme dahi yazdı.
İşte ehemmiyetli talebim: ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celbedeceğiz. Ta ki, hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur'un müdafaanamesi hükmündeki risaleyi, yeni harfle iki üç suretini alıp, hem Adliye Vekâletine, hem hey'et-i vekiliye, hem meclis-i meb'usuna, hem şûra-yı devlete göndereceğiz.
Çünki, iddianamede bütün esas Risale-i Nur'dur ve Risale-i Nur'a ait dava ve itiraz, cüz'i bir hadise ve şahsi bir mes'ele değil ki, çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükumeti ciddi alakadar edecek ve dolayısıyla Âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir külli hadise hükmünde ve umumi bir meseledir.
Sh:»(S.N: 185)
Evet, Risale-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin, en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvetini kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükumeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der : " Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var."
Hey bedbahtlar ! Risale-i Nur'un, gerçi siyasetle alakası yoktur, fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyle bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti te'min ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir. Bunu, âli bir hey'et-i ilmiye ve içtimaiye tetkik etsinler, eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım.
Mevkuf
Said NURSİ
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Reis Beyefendi,
Kararnamede üç madde esas tutulmuş.
Birisi: Cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiçbirisine dememişim: " Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i nakşiye teşkil edeceğiz." daima dediğim budur:
Biz, imanımızı kurtarmağa çalışacağız. Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan, bir mukaddes cemaat-i islamiyeden başka, mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur'anda " Hizbullah" nâmı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvvet cihetiyle kendimizi, Kur'an'a hizmetimiz için Hizb-ül Kur'an, Hizbullah dairesinde bulmuşuz.
Eğer kararnamede bu mânâ murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise, onlardan haberimiz yoktur.
İkinci Madde: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmıyacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıhlı sandıklarda bulunan ve Eskişehir mahkemesinin tedkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve kat'iyyen mahrem tutulan " Tesettür Risalesi " ve " Hücumat-ı Sitte ve Zeyli " risalesi gibi kitaplardan bazı cümlelerine yanlış mana vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suç ile mes'ul etmek istiyor.
Üçüncü Madde: Kararnamede kaç yerinde: " Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir." gibi tabirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki bir katl yapsın, bu imkân ile mes'ul olabilir mi ?
Mevkuf
Said NURSİ
Sh:»(S.N: 186)
$
ESKİ SAİD'İN ACİB İMZASI
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
واِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Eski Said'in matbu lemeat başındaki acip imzası, az tağyir ile şimdiki halime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münasip görürseniz, hem müdafaatın, hem meyvenin, hem küçük mektupların ahirinde imza yerinde yazarsınız.
بِسْمِاللَّهِالرَّحْمَنِالرَّحِيمِ
%EDDAİ
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said'den altmış dokuz emvat bââsâm âlâma.
Yetmişinci olmuştur, o mezara bir mezar taş, beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma,
Ümidim var ki, istikbal semavatı, zemin-i Asya, bâhem olur teslim, yed-i beyza-i İslâma.
Zira yemin yümn-i imandır, verir emn-i eman-ı emniyeti enama
Said
Sh:»(S.N: 187)
$
باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
واِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
ELMAS KALEMLİ, ALTIN BAŞLI, MU'CİZELİ KUR'AN'IN KÂTİBİ HÜSREV'İN MUTÂBIK BİR FIKRASIDIR.
Risale-i Nur'un kerametlerindendir ki, Üstadımız ( RA): ( Ey mülhidler ve ey zındıklar Risale-i Nur'a ilişmeyiniz. Eğer ilişseniz, yakından sizi bekleyen belalar, sel gibi başınıza yağacaktır.) diye on seneden beri, kerrat ile söylüyordu. Bu hususta şahit olduğumuz felaketlerin:
Birincisi : Dört sene evvel, Erzincan'da vukua gelen hareket-i arz olmuştur. O vakitler münafıklar desiseler ile, Isparta mıntıkasında Sava, Kuleönü ve civarı köylerdeki Risale-i Nur talebelerine iliştiler. Otuz, kırk kadar Risale-i Nur talebesini " Camiye gitmiyorsunuz, takke giyiyorsunuz, tarikat dersi veriyorsunuz." diye, mahkemeye sevk etmişlerdi.
Cenab-ı Hak İzmir civarı ve azerileri ve civarındaki halkı, dehşetler içinde bırakan zelzele ile, belaların ref'ine bir vesile olan Risale-i Nur'un ehemmiyetini ve def-i bela için bir vesile olduğunu gösterdi. Zelzeleden bir hafta sonra, mahkemeye sevk edilen o kardeşlerimizin hepsi, beraat ettirilerek kurtulmuşlardı.
İkincisi: Yine vakit vakit, Risale-i Nur talebelerinin arkalarında koşmakta devam eden mülhidler, hatt-ı Kur'an ile çocuk okuttuklarını bahane ederek, Isparta'da müteveffa Mehmet Zühtü ( R.A.) ile, Sava karyesinden Hafız Mehmet (R.A) ismindeki iki Risale-i Nur talebesine hücum etmişler. Çocuklar bu iki kardeşimizin evlerinden alınan bütün Risale-i Nur eczaları ile birlikte mahkemeye sevk edilmiş.
Merhum Mehmet Zühtü, para cezasıyla mahkum edilmek istenilmiş, neticede merkezi Erbaa ve Tokat'ta vukua gelen ikinci bir korkunç zelzele ile, Risale-i Nur'un ehemmiyetini gösterip, şakirtlerine o sırada Cenab-ı Hak yardım ederek, üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için, o iki kardeşimizi beraat ettirmiş ve alınan bütün Risale-i Nur eczalarını kendilerine iade ettirmiştir.
Üçüncüsü ise: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetin, başımıza gelmesine sebep olan o münafıklar, Rumi binüçyüz elli dokuz senesinde, tekrar başta üstadımız olduğu halde, bize ve Risale-i Nur'a hücum ettiler.
Sh:»(S.N: 188)
Bir kısmımızı Isparta'dan topladılar. Bir kısmını Çivril'den Isparta'ya getirdiler. Sevgili üstadımızı da, yalnız olarak Kastamonu'dan Issparta'ya sevk ettiler. Daha başka vilayetlerden de arkadaşlarımız Isparta'ya getirilmişti.
Ehl-i garazın iğfaline kapılan Isparta adliyesi, Risale-i Nur'un gayesi haricinde bulunan cephelerde, bizce manası olmayan ithamlar altında bizi sıkıyordu. Bilhassa kıymettar üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, üstadımıza lüzumlu lüzumsuz, birçok sualler açan Isparta müddeimumisinin, " Bu belalar dediğin nedir, " diye olan sualine cevaben: " Evet" demiş. " Zındıklar eğer Risale-i Nur'a ve şakirdlerine ilişseler, yakından bekleyen belaların, hareket-i arz suretiyle geleceğini." söylemişti.
Daha sonra bizi Denizli'ye sevk ettiler. Kastamonu, İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere, on vilayetten adliyelere sevk edilen yüzü mütecaviz Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret bir diğer kısmı da, Denizli'de medrese-i Yusufiyede bulunuduruluyordu.
Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevap veriliyor, sevgili üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor, ufunetli, rutubetli, zulmetli bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan menedilmek suretiyle, hapis-i münferidde işkenceli azap çektiriliyordu.
İşte bu sıralarda, Denizli zindanının bu dehşetli ızdıraplarını geçirmekte idik. Allah'tan başka hiç bir istinadgahları bulunmayan bu biçarelerin, bir kısmı Kastamonu'dan diğer bir kısmı İnebolu'dan diğer bir kısmı da İstanbul'dan henüz gelmemişlerdi.
Şu vatanın her köşesinde, hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalpleri ile necatları için Rabb-ı Rahimlerine iltica eden pekçok masumların, semavatı delip geçen ve arş-ı Rahmana dayanan âhları boşa gitmedi. Allahu zülcelâl hazretleri, o mübarek üstadımızın Isparta'da söylediği gibi, masumları cennete götüren ve zalimleri cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi.-: Risale-i nur, bir vesile-i def-i bela olduğunu gösterdi. Çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi. Çokları sokak ortalarında kaldı.
Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonudan Mehmet Feyzi ve Sâdık ve Emin ve İnebolu'dan Ahmet Nazif, denizli hapishanesine sevk edildiklerinde, şu malumatı verdiler:
Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar لااِلَهَ اِلاَّ اللَّه zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekteydi. O sırada hatırımıza geldi, aşkla ve bir manevi saikle, üç beş defa risale-i Nur'u şefaatçi ederek, Cenab-ı Hak'tan hâlâs istedik. Elhamdülillah derhal sakin oldu.
Kastamonu ise; o gece kaladan kopan çok büyük bir taş aşağı yuvarlanarak bir haneyi ezmiş, tekrar kalkarak bitişiğindeki hanenin üzerinden aş
Sh:»(S.N: 189)
mış, diğer bir hanenin üzerine düşerek onu da ezmiş. Çok hanelerde yarıklar çıkıklıklar olmuş. Birkaç ev çökmüş, Hükümet binası ile Halk evi yarılmış. Daha bunlar gibi hasarat ve zaiyat olmuş.
Fakat zelzele hergün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya'da bin beş yüz ev harab olmuş. Ölü ve yaralı miktarı çok fazlaymış. Kargı, Osmancık tamamen, Ladik ve sair mahallerde zayiat fazla miktardaymış. İnebolu'da bir minarenin alemi eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, hasarat ve zayiat olmamış.
Kastamonu'dan Mehmet Feyzi Kastamonu'dan Sadık
Evet Evet
Kastamonu'dan Emin İnebolu'dan Ahmet Nazif
Evet Evet
Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risale-i Nur'a ve talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i garazın sözünü dinleyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zındıka taraftarları mübarek üstadımızın ihbarı olan ve Risale-i Nur'un büyük kerametlerinden olup, zelzele ile gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı.
Risale-i Nur'un ilahi ve Kur'ani hakikatlarına karşı cephe alan bu zümre-i münafıkînin başına bir dördüncü tokat daha geldi. Garibi şu ki, biz şubatın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Izdırap ve elemler içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle, kendisinden sorulan suallere cevap vermek için, altmışbeş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan o mübarek üstadımızın cevapları arasında, ( o zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek.) kelimeleri tekrar tekrar heyet-i hakimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu.
Birkaç defada mahkemeye gidip geldikten sonra 7 şubat 1944 tarihli İstanbul'da münteşir, Hemşehri isminde bir gazete elime geçti. Gazete okumaya ve radyo dinlemeye hevesli olmadığım halde, yirminci asrın medenileriyiz diyerek, bugünkü terakkiyat-ı beşeriyeyi kendilerinden bilen, Allah'ı unutan, ahirete inanmayan insanların başlarına Cenab-ı Hak'kın motorlu vasıtalar eliyle, nasıl ateşler yağdırdığını, o münkirlerin dünkü cennet hayatlarının, bugünde cehennemi hâlât içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve Risale-i Nur'un bereketiyle, Anadolu'yu bu dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte olduğunu görmek ve şükür etmek hâletinden gelen bir merak ile bazı bu gibi havadisleri sorardım ve dinlerdim. İşte bu gazetenin de harp boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, anadolunun yirmi bir vilayetini sarsan ve şubatın birinci gününün gecesinde, sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pekçok zayiata mal olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu.
Derhal şubatın üçünde mahkemede, sevgili üstadımızın hey'et-i hâkimiye " Zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek. " diye, tekrar tekrar
Sh:»(S.N: 190)
söylediği sözleri hatırladım, eyvah dedim. " Risale-i Nur, ıslah eder, ifsad etmez. İmar eder, harap etmez. Mes'ud eder, perişan etmez." diye söylerken aksiyle karşılayarak, bizi ve Risale-i Nur'u itham etmek. Hâlıkın hoşuna gitmiyor, dedim.
İşte merkezi Gerede, Bolu, Düzce olan bu kanlı zelzele, Risale-i Nur'un dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malumatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilayetlerinde fazla kayıplar varmış. Gerede'de iki bin ev yıkılmış, yıkılmayan evler de oturulmayacak derecede harab olmuş. Binden fazla ölü varmış. Düzce'de zarar çokmuş, ölü ve yaralıların miktarı belli değilmiş. Ankara'da yüzüç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhanede iki ev çökmüş, Bazı köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş.
İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yeraltından gelen bir takım gürültüler takip etmiş. Bolu'dan ve diğer yerlerin köylerinden bir hafta geçtiği halde henüz malumat alınamıyormuş. Düzce'de ikiyüz beş ev yıkılmış onbir ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürüyormuş.
İzmit'te de zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir bir kaç saniye aydınlık içinde kalmış. Birçok yerlerde halk, çırılçıplak sokaklara fırlamış. Dünyanın bütün rasathaneleri, bu büyük Anadolu zelzelesini kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi, sarsıntının çok harab edici olduğunu bildirmiştir. Sinop'ta aynı gün çok korkunç bir fırtına olmuş. Gök gürültüleri ve şimşekler ile gittikçe şiddetini artırmıştır.
Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malumatları gördüm. Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer-beşer olarak toplanmışlar, sezsiz olarak düşünceli, hüzünlü gibi, alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel veya olduktan sonra da, bu hayvanlardan hiçbiri görülmemiş. Kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şudur ki; bu hayvanlar, ( isyanımızdan mütevellid olarak) başımıza gelecek felaketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da, biz anlamıyoruz diyerek taaccüb ediyorlar.
İşte Bediüzzaman'ın uzun senelerden beri,%3