Otuzikinci Söz Üçüncü Mevkıf ''Mukaddime''
Mukaddime
Cenab-ı Hak celil ulûhiyyetiyle, cemil rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle; şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âza ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve mâneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz enva-ı nîmetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz enva-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.
Meselâ: Göz, suretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubassaratta güzel mu'cizat-ı kudretin envaını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur; târife hacet yoktur.
Meselâ: Kulak, sadâların envalarını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenab-ı Hakkın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.
Meselâ: Kuvve-i şamme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükraniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır.
Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, bütün mat'umatın ezvakını anlamakla gayet mütenevvi bir şükr-ü mânevi ile vazife görür. Ve hâkezâ.. Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri vardır.
İşte Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddit enva-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini herkes vicdan ile hisseder. Ve bir hads-i sâdık ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyyen vücutları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Sözün Onikinci Hakikat-ı katıa-i sâtiasiyle ve Yirmidokuzuncu Sözün Altı Esas-ı bâhiresiyle isbat edildiği gibi, tafsîlen اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَاِ كَلاَمُ اللَّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ olan Kur'anı Hakîm'in Âyât-ı beyyinatiyle tasrih ve telvih ve remz ve işarâtiyle kat'iyyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeğe lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Sözün arabî olan ikinci makamında ve Yirmidokuzuncu Sözde çok bürhanlar geçmiştir.
Birinci İşaret: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'anın nassiyle Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin «Elhamdülillâh» kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin. Orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve nimette ve taam içinde in'am-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânî'yi gördüğünden o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, Hadîsin nassiyle, Kur'anın işârâtiyle ve hikmet ve rahmetin iktizasiyle sabittir.
İkinci İşaret: Dünyada meşrû bir surette nefsine muhabbet, yani: Mehasisine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeğe bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi; o nefse lâyık mahbubları, Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenab-ı Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü suretle istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubudiyetkârane muhabbetin neticesi olarak: Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı zînet ve letafetinin nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva-i hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hurileri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyat ile tasrih ve isbat edilmiştir.
Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.
Üçüncü İşaret: Refika-i hayatına meşrû dairesinde, yani lâtif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile; refika-i hayatını da nâşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel bir surette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbiren tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vadetmiştir. Elbette vadettiği şeyi, kat'i verecektir.
Dördüncü işaret: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi: Nass-ı Kur'an ile Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mes'ud âileye; sâfi olarak lezzet-i sohbeti, Cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeş yaşına girmeden, yani, hadd-i bülûğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tâbir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette; onları Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir veledperverlik hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan vleedperverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenasül yeri olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte, kablelbülûğ evlâdı vefat edenlere müjde!..
Beşinci İşaret: Dünyada «Elhubbu Fillâh» hükmünce; sâlih ahbablara muhabbettin neticesi, Cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: Karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette dünya maceralarını ve kadîm olan hatıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablariyle görüştüreceği, Kur'an'ın nassiyle sabittir.
Altıncı İşaret: Enbiya ve evliyaya Kur'an'ın târif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyûzattan o muhabbet vasıtasiyle istifaza etmektir.
Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca; âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî-makam bir zatın tebaiyyetiyle girebilir.
Yedinci İşaret: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin; yani: «Ne kadar güzel yapılmış!» nazar ile, o âsârın arkasındaki ef'alin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef'al arkasındaki güzel Esmânın cilvelerini ve o güzel Esmânın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza.. sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnûattan bin defa daha güzel bir tarzda, esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını, Cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî Radıyallahü Anh demiş ki: «Letaif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.» Teemmel!..
Sekizinci İşaret: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve Esmâ-ı İlâhiyye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâkî bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen esma, o Cennetin âyinelerinde en şa'şaalı bir surette gösterilecektir. Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi; dünyayı fidanlık, yani: Ancak fidanları bir derece yetiştiren, küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniyye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennette en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezâiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, Hadîsin nusûsiyle ve Kur'an'ın işârâtiyle sabittir.
Hem madem, dünyanın her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmâya ve ahirete bakan iki yüzünü, esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibadet fikriyle o yüzleri mâmur etmiş, güya bütün dünyasiyle ibadet etmiş; elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem ahiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakkın muhabbetiyle âyine-i esmâsını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennettir.
Sual: O kadar büyük ve hâli bir Cennet neye yarar?
Elcevap: Nasılki eğer mümkün olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarını ve yıldızların ekserisini gezsen; «Bütün âlem benimdir.» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O Cennet dahi dolu olsa, «O Cennet benimdir.» diyebilirsin. Hadîste, «Bazı ehl-i Cennete verilen beşyüz senelik bir cennet» sırrı; Yirmisekizinci Sözde beyan edilmiştir.
Dokuzuncu İşaret: İman ve Muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakiyle; dünyanın bin sene hayat-ı mes'ûdanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı.. ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin müşahedesi, rü'yetidir ki: (Hâşiye) Hadîs-i kat-î ile ve Kur'an'ın nassiyle sabittir. Hazreti-i Süleyman Aleyhisselâm gibi bir kemâl ile meşhur bir zatın rü'yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak, herkes vicdanen hisseder.
Acaba dünyanın bütün mehâsin ve kemalâtından binler derece yüksek olan Cennetin bütün mehâsin ve kemâlâtı bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir Zâtın rü'yeti; ne kadar mergûb, merak-âver ve şuhudu, ne derece matlub ve iştiyak-âver olduğunu kıyas edebilirsen et.
اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَهُبَّ مَايُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَالاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَفِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَرُوْيَتَكَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَىاَلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ
--------------
(Hâşiye): Hadîsin nassiyle: «O şuhud, bütün lezaiz-i Cennetin o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile, zor ile onları tanıyabilirler.» Hadiste vârid olmuştur.
***