-
İnfak
Kasas 54. “İşte onlara, sabırlarından dolayı, ecirleri iki defa verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarf ederler.”
Bunlar, yâni önceden Allah’ın dininde olup da şimdi de bu yeni dinde olmayı becerenler, başaranlar var ya, onlara ecirleri merrateyn yani iki kere verilecektir. Sabırlarına karşılıktır bu tabii. Neye sabrettiler bunlar? Dünkü dinlerini bu hak dindir diye yaşamaya sabrettiler, bugün de yeni din için sabrettiler. Dün inandılar ki yeni bir peygamber gelecek, onu beklemeye sabrettiler. Dün yeni bir dine gayretleri vardı, bu yeni dine ulaşıncaya kadar sabrettiler, işte bundan dolayı Allah onlara iki ecir verecektir.
Bizim için söyleyelim. Biz de eğer şimdiki hayatımızı yaşarken bu hayattan razı ve memnun olmaz da, bunu yeterli görmez de, acaba Cenâb-ı Hak gerçekten bize daha neler söylüyor ki? Ben şu anda dinin yüzde beşini ancak öğrenmişim, acaba geri kalan bölümlerde Mevlâ daha bana ne dedi ki? diye dinimizi öğrenmeye çalışırsak, Allah’ın bizden başka istediklerini öğrenince de, hemen o yeni bulduğumuz hakikate teslim olursak; hem gayretimizin ürününü, hem aramamızın neticesini, hem de yeni bulduğumuz dine sabırla sarılmasının neticesi ni Allah iki kere mükafat olarak verecektir.
Şimdi hıristiyan olarak yaşayanları, yâni yeni gelen dine iman etmeyenleri de cennete gönderme çabası içinde olanlar var. Burada anlatılanlar İslâm’ı seçen, müslüman olan Yahudiler ve Hıristiyanlardır, yanlış anlamayalım.
Yâni henüz bu kitabı eline almadan önce, kitapta Allah’ın kendisinden istediklerini tek tek, âyet âyet öğrenmeye başlamadan önce iman etti. Sonra da bu kitabı okudukça, tek tek âyetleri tanıdıkça, ya da bu kitabın âyetleri tek tek kendisine duyurulunca da, ben zaten buna önceden de inanıyordum diyorsa o kişi müslümandır. Bu toplum işte böyle gariban müslümanlarla doludur. Ne yapsın garibanlar? Kendilerine Allah’ın dini duyurulmadı. Maalesef bugüne kadar kendilerine sadece resmi ideolojinin dini duyuruldu. Okullarda bu okutuldu. Veya dini tanımayan insanların duyurdukları dini tanıyor adamlar.
Evet tamam, adamlar mâzeretsiz değiller, suçsuz da değiller. Ama bu durumda onları hemen kâfir yapmaya kalkmanın da anlamı yok yâni. Biz hemen onları tekfir etmeden gerçek dini anlatalım. Allah’ın dinini tanıtalım. Ondan sonra, gerçek dini tanıdıktan sonra da yine eski anlayışını, eski dinini sürdürmeye kalkışıyorsa o zaman kâfir diyelim ona.
Şurası bir gerçektir ki, Türkiye’de yeni bir müslüman tipi oluştu.
Meselâ başı kapalı, ama baldırı açık. Meselâ hukuka karışmayan ama namaza karışan bir Allah inancı. Ya da hacca karışan ama kılık kıyafete karışmayan, oruca karışan ama sosyal ve siyasal yapılanmalara karışmayan bir Allah inancı geliştirildi. Öyleyse şöyle diyelim: Din dediğimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin başka şeyler ilave etmesi veya çıkarması o dini bozmayacaktır. O gerçek dine uyup uymamasına göre bu dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günâhkâr bir dindir. Yâni bu dinlerin gerçek dinle münâsebetini ölçtüğümüzde, eğer kişiyi dinden çıkaracak kadar bozuklukları varsa tamam onu dinsizlik sayıyoruz, ama kişiyi günâhkâr seviyede tutabilecek kadar bozukluklar varsa o zaman onlar günâhkâr müslümanlardır diyoruz.
Evet onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rı-zıktan da sarf ederler, infak ederler. Onlara bu davranışları güzellik kazandırır, kötülüklerini siler def eder. Onlar kendilerine verilen rızıklardan da infak ederler. İnsana verilen rızık, insanla beraber kılınan ve ona ayrılan nasiptir. Mal cinsinden olur, bilgi cinsinden olur, çoluk çocuk cinsinden olur veya ortam cinsinden, çevre, imkân, fırsat cinsinden olur. Ne cinsten olursa olsun kişiye verilen şeyin kendilerine verilmeyenlere, ona muhtaç olanlara harcanmasına infak diyoruz. Hemen hemen bütün tefsirlerde gördüm. Meselâ Bakaranın başında:
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar onlar." deniyordu.
Meselâ işte bunu, “Ve mimma allemnahüm yüallimun” olarak tefsir etmişlerdir. Yâni, Bizim kendilerine öğrettiklerimizden onlar da başkalarına öğretirler diye tefsir etmişler.
Öyleyse bu mânâda infak, kişiye tahsis edilenin Allah’ın istediği biçimde başkalarına ulaştırılması demektir. Ama daha özel mânâsıyla infak, Rasulullah efendimizin: “İttekunnara velev bi şıkkı temratin/Hurmanın yarısıyla da olsa ateşten korunun” ölçüsüyle bir hurma verilmişse kişiye, onun yarısını vermek, ya da Ebu Bekir efendimizle örneklendiği kadarıyla hurmanın tümünü, malının tümünü vermek şeklinde olacaktır. Biz de bu iki sınır arasında yapabileceğimiz kadarıyla Rabbimizin bize verdiklerini Allah’ın kullarına infak etmeye çalışalım inşallah.
Zekât infaktan ayrıdır. Çünkü Kur’an Bakara sûresinin 177. âyetinde Ebrar’ı anlatırken, onların imancı, sonra namazcı, sonra infakçı, sonra zekâtçı olduklarını anlatıyor. Tabii sonunda da sabırcı, takvacı ve de tasdikçi olduklarını söylüyor. Öyleyse infakla zekât aynı anda zikredilince elbette bu ikisi farklı mânâlara gelecektir. Kaldı ki Kur’an zekâta infak demiyor da farklı bir mânâ ile sadaka diyor sadece.
Öyleyse biz de zekâttan başka mutlaka infak da bulunacağız. Maaşımızın bir kere onda birini kesinlikle Allah için ayıracağız. Arada bir böyle beklemediğiniz zamanlarda avantadan değimiz paralar geliyorsa onun da bir beşte birini ayıralım, çünkü zaten yoktu bu hesapta. Köyden geliyorsa, kentten bir yerlerden intikal etmişse onun da geliş biçimine göre onda bir, yirmide birini Allah için ayıralım ve bizim Allah rızası için birileriyle mal münâsebetimiz olsun. Yâni dünyamızda, çevremizde fakirler de bulunsun. O garibanların dünyasını da anlamış, kendi durumumuzu gözden geçirme imkânını elde etmiş oluruz.
Meselâ şöyle yapmayın: Ya Hasan hoca efendidir, dürüsttür, gayretlidir. Onun çevresinde vardır fakir fukara. Biz toplayalım ayda bir, üç beş milyon lira da, o da tanıdığı, bildiği o fakirlere versin demeyin. Çünkü o, tanıdıkları olan o gariplere o parayı verirken onları üzmemeye çalışacak, onların evine gidecek, kendi ezilecek, onların sofralarına oturunca içi burkulacak, evlerini, sergilerini görünce mahvolacak, onların perişan vaziyetlerini gördükçe kalbi parçalanacak. O bir çok acıları tadarken siz elhamdülillah paramızı verdik, infak ettik kurtulduk mu diyeceksiniz? O garibanların hayatlarına muttali olmadan, kendi villalarınıza gömülüp lüks içinde bir hayatın adamı mı olacaksınız? Yâni bizzat Allah sizi malla görevli tutarken, siz başkasına aşırmayın bu görevi. Herkes kendisi Allah beni bu malla imtihana lâyık görmüş, madem bana mal verip beni malla imtihan etmeyi murat etmiş, öyleyse ben de Allah için bu imtihanın hakkından geleceğim diyecek ve uğraşacaktır.
Meselâ bir eviniz vardı, Allah için infak ettiniz. Eh şimdi Allah hemen arkasından apartman mı verecekti? Hayır belki de bir çadır verecektir bilmiyoruz. Belki bizler için çadır da olmasa daha iyidir. Biz infak edelim Allah karşılığında ne verecekse verecektir. Ben öyle bir müslüman biliyorum. Önce kiradaydı, bir evim olursa inşallah onu infak edeceğim diyordu. İlk evi kooperatif de bitti, arkadaşları oturdu. O kendisi evi sattı, Marka çevirdi ve Allah için onu fakir fukaraya harcadı, biliyorum. Yâni mümkün bu iş. Peki Allah ona bir ev daha mı verdi? Hayır, iki ev daha verdi. Hattâ öyle verdi ki kendisi hiç emek de sarf etmedi, babasına yaptırttı Allah ve oturuyor şimdi orada. Kaldı ki kişi buna iman etti mi tamamdır yâni, Allah demişse ki vereceğim, verecektir.
Allah bize çok veriyor. Öyleyse biz de bize göre verdiğinden daha az verdiklerine verelim. Bu zekât değildir. Zekât olmadığı için bize göre çok verilenlere de verebileceğiz. Meselâ adam milyarlarca paranın içinde yüzerken evine ve çocuklarına bir tefsir kitabı alacak kadar malı yoksa, ona da vereceğiz. İşte bir başkasına, bir başkasına verebilecek bir fonumuz devamlı olsun inşallah.
Meselâ topraktan hiç masraf etmeden mahsul elde ediyorsan onda bir, ama bir kısım masraflar ederek elde ediyorsan yirmide bir, sığır cinsinden otuzda bir, koyun cinsinden, para cinsinden kırkta bir. Bir de ticaret malından kırkta bir verecektik ya. Şimdi bizim maaşlara ne diyeceğiz? Bunlar ticaret değil, deve değil, sığır değil, tarla değil, tapan değil. Ne ya?
Bizim maaşlar hattâ ameleninkine göre avantadan geliyor gibi de. Okulda müstahdemlere bir bakın inan ki çok perişanlar. Bizim çalıştığımızdan çok fazla çalıştıkları halde aldıkları belli. Veya kadeve-den alınanlar, vergi iadesinden alınanlar hepten avantadan gibi geliyor. Elhamdülillah ki çevremiz de gariban bir takım var, talebe takımı. Yardımcı olalım onlara. Nasıl olalım ama? Şahsiyetini ezmemek için sofrasına oturalım. Gidelim evlerine, çoğu bekar kalıyor, çoğu üç beşi bir yerde kalıyorlar. Bizzat evine gideceğiz, bakacağız ki yemekleri perişan, ayran getirecekler yenmez, çay getirecekler içilmez, sergilerinde oturulmaz. Göreceksiniz bunları gözlerinizle ve bir punduna denk getirip vereceksiniz inşallah. Zaten rahatınız kaçınca rahat verirsiniz o zaman.
Çünkü Bosna filan denildi, adam rahat ceketini çıkarıp verebildi. Niye? Çünkü o hava oluştu. Şimdi biz de o tür bir havanın içine girelim. Bir arkadaş Hollanda’dan geldi, biraz para getirmiş dedi ki ya hocam, senin çevrende bildiğin tanıdığın insanlar vardır şunu bir dağıtıver. Yok ya! dedim âlemin akıllısı sen misin? Sen kazanmadın mı bu parayı? Sana vermedi mi Allah bunu? Yoksa bir yanlışlık mı yapmış Allah? Bana vermesi gerekirken yanlışlıkla sana mı vermiş? Niye sorumluluğunu üzerine almıyorsun bu paranın? Madem almayacaktın öyleyse kazanmaktan vazgeç! dedim. Bırak para kazanmayı öyleyse. Değilse bunun sorumluluğunu da kendin yerine getir. Bu dağıtma işini de kendin yap dedim. Ama dedi benim hiç tanıdığım fakir yok ki. Dedim ki Allah’tan kork yahu. Zaten derdin bu ya. Senin çevrende hiç fakir fukara yok. Hep böyle kodamanlar var, Mazda aldı, Ford sattı kişiler var. Olmaz bu. Fakir fukaranın halinden haberdar olalım. Bir düşünün haftalık görüştüğünüz insanları.
Biri bir suç işlemiş, dedim ki on fakire yemek yedireceksin. Adam dedi ki ben nerden bulacağım on fakiri? Olmaz bu. Hep zenginlerle düşüp kalkmamalıyız. Her an çevremizde yemek yedireceğimiz insanlar bulunmalıdır. Bunu hiç bir zaman ihmal etmemeliyiz.