Efendimizin Beşer Olmasının Hikmeti
Alıntıdır..
Yüce Allah, risâlet vazifesinin kimlere verileceğini kendisinin belirlediğini bildirerek: أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ “..Allah peygamberliği kime vereceğini pek iyi bilir.” (En’âm 6/124), bu hususta insanların müdahalesinin söz konusu olamayacağını belirtmiştir. O, insanlara elçi olarak melekleri gönderebilirdi.[1] Ancak böyle yapmayıp, onlar gibi yiyen, onlar gibi içen, onlar gibi ihtiyaçları olan kimselerden elçiler gönderdi. O’nun böyle yapması, bir hikmete mebnîdir. Çünkü, içlerinden bir beşer olan o kimse, onların hissettiklerini hisseder, zevk aldıkları şeyden zevk alır, tecrübelerini değerlendirir, elem ve emellerini anlar, duygularını ve isteklerini bilir, ihtiyaçlarını farkeder... Bu yüzden onlara zayıf düştükleri vakit şefkat eder, eksikliklerini gördüğü zaman tamamlar, güçlenip kalkınmalarını ister, kendileriyle beraber merhale merhale ilerler, hakîki ihtiyaçlarına tesir ve teessürlerini ve bunlara nasıl karşılık verdiklerini bilir. Zîra nihayet o da kendilerinden birisidir. Hem onlar, kendilerinden bir beşer olan peygamberi kolayca taklit ederek peşinden gidebilirler. Buna yavaş yavaş kendilerini alıştırırlar. Cenâb-ı Hakk’ın farz kıldığı ve irade ettiği hükümleri tebliğ ettiği zaman o, bu hükümlerin yaşayan tercümanı, müşahhas bir kişisi olarak onlara anlatır ve onların da ahlâk ve hareketlerle ilgili bu mükellefiyetleri yerine getirmeleri imkanını vermiş olur. Peygamberin, aralarındaki yaşantısını müşâhede ederler ve bir insan olarak onu taklit etmeğe çalışırlar. Ancak bir melek olmuş olsaydı, ne onun yaptıklarını taklit etmeyi düşünürler, ne de bu konuda bir gayret sarfederlerdi. Zîra başından beri bilirlerdi ki, onun tabiatı kendi tabiatlarından çok farklıdır. Dolayısıyla hareketleri de farklı olacaktır. Bunun için de taklit edilmesi düşünülemez. Onun yaşadığı hayatı tahakkuk ettirme arzusu ve şevki bulunmazdı.[2]
b. Hz. Peygamberin Beşer Olmasına Terettüp Eden Şeyler
b1. Beşerî İhtiyaçları ve Özellikleri Taşıması
Resûlullah (s.a.v) bir beşer olduğuna göre, normal bir insanın ihtiyaç duyduğu ve insânî özellik olarak üzerinde taşıdığı bütün vasıflara sahip olması tabîi olan bir şeydir. Her insanın açlık hissi olduğu gibi, onun da açlık hissi olmuş, yemiş, içmiş, zaman zaman aç kalmış, zaman zaman da tok olmuştur. Bazan ashâbından daha fazla açlık çekmiş,[3] yiyecek bir şey bulduğunda da Allâh'ın nimetlerinden istifade etmiştir.[4] O, umumiyetle günde iki defa yemiş,[5] bulamadığı zaman ise sabretmeyi bilmiştir. Yine Hz. Peygamber, diğer insanların sıkıntı duyduğu şeylerden, sıkıntı duymuş, müteessir olmuş, baş ağrısı gibi çeşitli hastalıklara maruz kalmış, tedaviye baş vurduğu olmuş[6] ve her beşer gibi o da yorulmuş, dinlenmiş ve yatmıştır.
O, asla normal bir insanın ihtiyaç duyacağı şeyleri kısıtlamamıştı. Bu helâl şeyleri kendisi yaptığı gibi, yapmayıp da bunlara sırt çevirenleri de uyarmıştı. Bir defasında ashaptan üç kişi, Resûlullâh'ın ibadetini sormak için onun hanımlarının yanına gitmişlerdi. Bunlara Hz. Peygamber’in ibadeti haber verilince güya bunu az görerek: “Biz nerede, Resûlullâh nerede? Muhakkak ki Allah, Peygamber’nin geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfiret etmiştir.” dediler. Sonra da içlerinden birisi: “Ben geceleri daima namaz kılacağım.” dedi. Diğeri: “Ben de her zaman oruç tutacağım.” dedi. Üçüncüsü de: “Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim.” dedi. Onlar bu söz üzerindeyken Resûlullâh bunların yanına gelerek: “Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi? Fakat şunu iyi biliniz ki: Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve korunanınızım. Bununla beraber ben kâh oruç tutarım kâh tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur.) Her kim benim bu yolumdan yüz çevirirse, benden değildir.”[7] buyurdular.
Hz.. Peygamber (s.a.v), gerek manevî hayatta, gerek sosyal hayatta bir takım görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde, vasat bir insanın taşıyabileceği yükü ölçü almış ve en az zahmetle yapılmasını şart koşmuş, hep kolaylık gösterilmesini tavsiye etmiştir. Vahyin de irşatlarıyla o, çok iyi biliyordu ki, dinî görevler zorlaştıkça, o görevleri yapabilenlerin sayısı azalacaktır. Nihayet din hayattan kopacak ve belli bir azınlığın, belki imtiyazlı kabul edilen küçük bir zümrenin dini haline gelecekti. O, bunu istemiyordu, işinde gücünde çalışan normal insanların dini olarak müslümanlığın tabana yayılmasını istiyordu.[8]
Şâyet Hz. Peygamber, -kendi dindarlığında- dünyadan el etek çeken münzevî bir yaşayışı tercih etseydi, dünyada hoşa giden her güzelliği ve her nimeti aşağılayan, hor ve hakir gören bir tutum izleseydi, normal insanlar onu örnek almada zorlanır, hattâ sünnetinden vazgeçerlerdi. Oysa: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهِ
أُسْـوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ اْلآخِرَ وَذَكَرَ اللهَ كَثِيرًا “Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır.” (Ahzâb 33/21) âyeti, istisnasız bütün müslümanlara hitap etmektedir.”[9]
Bu mükemmel örnek olmanın içinde, onun evlilik hayatını da gösterebiliriz. Evet o, mükemmel bir aile reisi olarak çocuk sahibi olmuş, hanımlarıyla aralarında bir takım olağan hadiseler cereyan etmiş ve bu yönüyle de, bir insanın başından geçen olayları bizzat yaşamıştır. Çünkü bunlar, birer beşerî ihtiyaç ve özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır.
b2. Teklife Muhatap Olması
Hz. Peygamber, nübüvvet vazifesini yüklenmekle, Cenâb-ı Hakk tarafından insanlara getirdiği kurallardan muaf tutulmamaktadır. Bilakis onların ilk uygulandığı alan, bizzat onun şahsı ve yakınlarıdır. Zaten Kur'ân, söyleyip de, söylediği şeyleri kendileri yapmayanları hoş karşılamamış, böyle bir durumu, azap vesilesi saymıştır: (2) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ
كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” (Saf 61/2-3) Dolayısıyla Resûlullah böyle bir durumdan uzaktır. Bu anlamda, onunla ilgili rivâyet edilen şu hadise de göstermektedir ki, mükellef olduğu şeyler, kendi aile fertlerini dahi ilgilendirse, hiç bir istisna olmaksızın onları da içine almaktadır: Bir hırsızlık hadisesiyle ilgili olarak Resûlullâh'a müracaat edilmişti. Bu işi yapan kişi, soylu bir aileye mensup olduğundan affı isteniyordu. Bu durum karşısında o, kaşlarını çatmış ve şöyle buyurmuştu: “Sizden önceki milletlerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden şerefli biri hırsızlık suçunu işlediğinde onu cezasız bırakırlar; zayıf biri hırsızlık edince de, onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma da hırsızlık etse, onun da elini keserdim ve cezasız bırakmazdım.”[10]
اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ الْكِتَابِ وَأَقِمْ الصَّلاَةَ “Sana vahyedilen Kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkiyle ifa et...”(Ankebût 29/45)
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنْ السَّاجِدِينَ (98) وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
“Ama Sen Rabb’ini hamd ile tenzih et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et.” (Hicr 15/98-99)
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدْ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
“Ey o şanlı Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla mücahede et. Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Tevbe 9/73) gibi, içinde Hz.Peygambere emirler bulunan pekçok âyet vardır ki, Resûlullah’ın, Yüce Allah karşısında bir mükellefiyet sahibi oduğunu, emir ve yasaklardan muaf tutulmadığını göstermektedir.
b3. Ölümlü Olması
İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden ana rahmine, oradan dünyaya, dünyada çocukluk, gençlik, ihtiyarlık derken kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğa devam eder.[11]
Kur'ân, كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ “Her canlı ölümü tadacaktır...” (Âl-i İmrân 3/185) ifadesiyle, bütün canlıların ölümü tadacağını, bâkî kalacak olanın ise, ancak Allah olduğunu bildirir:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ (26) وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Yerin üstünde olan herkes fanidir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabb’inin Zatı baki kalır.” (Rahmân 55/26-27) Hz. Peygamber de insan olduğuna göre, elbette onun için de aynı şey söz konusudur:
إِنَّكَ مَيِّتٌ وَإِنَّهُمْ مَيِّتُونَ (30) ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عِنْدَ رَبِّكُمْ تَخْتَصِمُونَ
“Hiç şüphe yok ki Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da Büyük Duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabb’inizin huzurunda birbirinizle davalaşacaksınız.” (Zümer 39/30-31) Çünkü bu dünya bir ebedilik yurdu olmayıp, âdetâ bir atlama taşı mahiyetindedir ve Hz. Peygamber de burada ebediyyen kalıcı değildir:
وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَ أَفَإِيْنْ مِتَّ فَهُمْ الْخَالِدُونَ
“Senden önce hiçbir insana dünyada, ebedi hayat nasip etmedik. Sanki sen ölsen, onlar ebedi mi kalacaklar!” (Enbiyâ 21/34)
إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ قُلْ رَبِّي أَعْلَمُ مَنْ جَاءَ بِالْهُدَى وَمَنْ هُوَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ
“Kur’anı sana indirip onu okumanı, tebliğ etmeni ve muhtevasına göre hareket etmeni farz kılan Allah, elbette seni varılacak yere döndürecektir. De ki: kimin hidayet getirdiğini, kimin besbelli sapıklık içinde olduğunu Rabbim pek iyi bilmektedir.” (Kasas 28/85)
Ayrıca yine Kur'ân-ı Kerim’de, Hz. Peygamberin ancak bir peygamber olduğu ve ondan önce de peygamberlerin geldiği belirtilerek, ölümlülüğüne dikkatler çekilmiştir:
وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِيْن مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَـيْئًا وَسَـــــيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ (144) وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلاَّ بِإِذْنِ اللهِ كِتَابًا مُؤَجَّلاً وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ اْلآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ
“Muhammed, sadece Resûldür, elçidir. Nitekim Ondan önce de nice resûller gelip geçmiştir. şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır. Allah izin vermedikçe hiç bir kişi ölemez. Bu belli bir vakte bağlanmış, takdir edilmiştir. Her kim dünya mükâfatını isterse, kendisine dünyalık bir şeyler veririz. Kim ahiret mükâfatı isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri elbette ödüllendireceğiz.”(Âl-i İmrân 3/144-145) Hz. Peygamber de şu sözüyle, kendisinin bir misâfir olduğunu ve bu dünyada ebedî kalamayacağını ifade etmişlerdir: “Dünya ile benim ne alakam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.”[12]
b4. Gaybı Bilip-Bilmemesi
Bir şeyi görememek, bilememek gibi sınırlılıklar insan için söz konusudur, gayb ve şehâdet kavramları da insan açısından değer taşır. Allâh'ın görülemeyeceği, bilgisinin ihâta edilemeyeceği, fiillerinin nasıl gerçekleştiğinin tam olarak bilinemeyeceği meselesi, Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde işlenir. Şu halde Allah Teâla, insan için görülemeyen, Zât’ı hakkında bilgi sahibi olunamayan Yaratıcı Varlık olduğuna göre, Allâh'ın insan için gayb olduğunu söylemekte bir hata olmasa gerektir.[13]
İnsan, zaman ve mekan engeli veya varlık şartları açısından sınırlılığına bağlı olarak gayb hadisesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Gayb, insanın, kendinden ve görünür âlem (şehâdet âlemi)den başlayarak, fizik ötesi alana kadar uzanan bir yelpazede karşılaştığı bir olgudur.[14] Bir tanım getirmek zorunda kalırsak şöyle diyebiliriz: “Gayb, fizik veya fizik ötesinde olsun, insanın kalbiyle farkına varabildiği, hissedebildiği fakat göremediği, duyular ve zihin yoluyla hakkında kesin nesnel bilgiye sahip olamadığı her şeydir.”[15]
Kur'ân-ı Kerim’de, gayb ile ilgili âyetlere baktığımızda, hiç kimsenin gaybı bilemeyeceği gerçeği üzerinde durulduğunu görmekteyiz:
قُلْ لاَ يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ الْغَيْبَ إِلاَّ اللهُ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ
“De ki: “gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir.” Dolayısıyla, onlar ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.” (Neml 27/65),
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّـــــةٍ فِي ظُلُمَاتِ اْلأَرْضِ وَلاَ رَطْـــبٍ وَلاَ يَابِـــسٍ إِلاَّ فِي كِتَــــابٍ مُبِينٍ
“Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları O’nun yanındadır. Onları kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. Onun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın. (En’âm 6/59)
قُلْ لاَ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَائِنُ اللهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي اْلأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ
“De ki: “Ben, size Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır” demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ben melek olduğumu da söylemiyorum. Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona tabi olurum” De ki: “Kör, görenle bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? (En’âm 6/50),
قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنْ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِي السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“De ki: “Ben kendim için bile Allah dileme-dikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” (A’râf 7/188),
وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الرُّوحِ قُلْ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنْ الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
“Bir de sana “rûh” hakkında soru sorarlar. De ki: “Rûh Rabb’imin emrindedir, Onun bileceği işlerdendir. Size sadece az bir ilim verilmiştir.” (İsrâ 17/85)
يَسْأَلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ أَيَّانَ مُرْسَاهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبِّي لاَ يُجَلِّيهَا لِوَقْتِهَا إِلاَّ هُوَ ثَقُلَتْ فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ لاَ تَأْتِيكُمْ إِلاَّ بَغْتَةً يَسْأَلُونَكَ كَأَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabb’imin nezdindedir. Vaktini Ondan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!”
O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”(A’râf 7/187)[16]
Bu âyetlerde anlatılan gaybı bilememenin herkese şâmil olduğu anlaşılmaktadır. Ancak başka bir âyette de, Allâh'ın dilediği birtakım peygamberleri, gaybe muttali kıldığı görülmektedir:
عَالِمُ الْغَيْبِ فَلاَ يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا (26) إِلاَّ مَنِ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا لِيَعْلَمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالاَتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَدًا
“O bütün gaybı bilir. Fakat gayblarına kimseyi vakıf etmez. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rablerinin mesajlarını, o gözetleyicilerin kendilerine hakkıyla tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.” (Cin 72/26-28)
Bu âyetin delâletine göre Allah, gaybına hiç kimseyi muttalî ve hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve emin kıldığı Resûl müstesnadır. Ona, önünden ve arkasından korucular koyar, temin eder ve o şekilde ona görmediği ve bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber verir; haberin içeriği o Resûlün yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy ve haber, fiili bir şekilde görünür ve hayır bulunur. Ve onun bizzat bilmediği gayb, bu sayede âyet ve alâmetiyle bildiği olur. Vasıta ile de olsa, bilinen şey her yönüyle gayb olmaz. Bilinen mutlak gayb değil, haber verilen gaybtır. Bunun içindir ki beşer ilminin hepsi bir haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar ve beşer ilminin hakkı, haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alâmetlerinin kalpte hazır olmasıyla bir kelâmî delâlettir. Vahiy, Allah kelamı olan Hakk’ın âyetlerinin kalbe girmesidir. Peygamberlik de Allah'tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber, vahiy ile Hakk’ın âyetlerini görür ve haber verir. [17]
Bütün bunların ışığı altında diyebiliriz ki, Resûlullâh'ın mutlak olarak gaybı bilmesi mümkün değildir. Ancak Allâh'ın dilediği bazı gaybî haberleri ona bildirmesi, âyetten anlaşılan bir neticedir. Nitekim تِلْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا
أَنْتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ “İşte bunlar gayb olan birtakım haberlerdir. Onları sana Biz vahyediyoruz. Halbuki bu vahiyden önce onları ne sen, ne de milletin bilmezdiniz. Öyleyse onların red ve inkârlarına karşı sabret, dişini sık ve şüphen olmasın ki hayırlı akıbet müttakilerindir. (Sonunda kazananlar, Allah’ı sayıp O’nun emirlerini çiğnemekten sakınanlar olacaktır)” (Hûd 11/49) âyetinde de, Hz.Peygamber (s.a.v)’e gayba âit bazı şeylerin bildirildiği haber verilmektedir. Resûlullâh'ın, ümmetinin geleceği, kıyâmet ahvâli vs. ile ilgili vermiş olduğu bazı haberleri de, bu neviden düşünebiliriz.[18]
b5. Güç ve Kuvvetinin Sınırlı Olması
Hz. Peygamber, bir beşer olması münâsebetiyle, belli bir güç ve kuvvete sahiptir ki bu, hiçbir zaman İlâhî takdirin önüne geçememiştir. O, kendisi için dahi meşîet-i İlâhinin dışında bir fayda ve zarara malik değildir. Mekke’li müşrikler, ondan gaybtan haber vermesini ve kendilerine çok mal-mülk ve büyük saltanat kazandırmasını isteyince, Resûlullah, gücünün sınırlı olduğunu ve bilgisinin azlığını bildirerek, her kulun böyle olacağını, tam kudretin ve her şeyi kuşatan ilmin, ancak Allah'a âit olduğunu, kulda böylesi bir ilmin ve kudretin bulunamayacağını beyan etmiştir:[19]
قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنْ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِي السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“De ki: “Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” (A’râf 7/188),
قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِــــي ضَرًّا وَلاَ نَفْعًا إِلاَّ مَا شَــــاءَ اللهُ لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ إِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَلاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
“De ki: “Ben kendi kendime bile, Allah’ın dilediğinden başka ne bir zararı savma, ne de bir fayda celbetme imkânına sahip değilim. Her ümmetin belirlenmiş bir vakti vardır. Artık o vâdeleri gelince, onu ne bir saat ileri, ne de bir saat geri alamazlar.” (Yûnus 10/49)[20]
إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
“Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin, lakin ancak Allah dilediğini doğruya hidayet eder. O hidayete gelecek olanları pek iyi bilir.” (Kasas 28/56)
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Yüce Allah, İnsanlara peygamber olarak Şâyet bir melek göndermiş olsaydı, o da asla bir melek şeklinde olmayacak, yine bir insan şeklinde olacaktı: وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَجَعَلْنَاهُ
رَجُلًا وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِمْ مَا يَلْبِسُونَ “Şayet o elçiyi melek kılsaydık, yine onu bir adam şeklinde gösterir de düştükleri şüpheye onları yine düşürmüş olurduk.” En’âm 6/9.
[2] Kutup, Seyyid, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 5/2553. Ayrıca bkz: Nedvî, Seyyid Süleyman, a.g.e, 4/126-136; Süleyman el-Eşkar, er-Rüsul ve’r-Risâlât, s. 70-73; Sâbûnî, a.g.e, 29-34; Hâşimî, M.Ali, Kur'ân’da Resûlullah, (Çev: Nureddin Yıldız), s. 11-19.
[3] Tirmizî, Zühd 39.
[4] Buhârî, Zühd 29.
[5] Buhârî, Et’ime 57-59.
[6] Tirmizî, Evsâfu’n-Nebî, s. 291-295.
[7] Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3; Ahmed b. Hanbel, 2/158; 3/241, 259, 285; 5/409.
[8] Işık, Emin, Örnek Aile Reisi Olarak Hz. Peygamber, Ebedî Risâlet Sempozyumu 1, s. 35.
[9] Işık, a.g.e, s. 36.
[10] Buhârî, Fezâil-ü Ashâbi’n-Nebî 18; Enbiyâ 54; Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8, 9; Ebû Dâvûd,, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârık 5; İbn Mâce, Hudûd 6; Dârimî, Hudûd 5; Ahmed b. Hanbel, 3/386, 395; 5/9; 6/329.
[11] Nursî, Mesnevî-i Nûriye, (Çev: Abdulmecid Nursî), s. 204.
[12] Tirmizî, Zühd 44; İbn Mâce, Zühd 3; Ahmed b. Hanbel, 1/301.
[13] Albayrak, Halis, Kur'ân'da İnsan-Gayb İlişkisi, s. 157.
[14] Albayrak, a.g.e, s. 158.
[15] Albayrak, a.g.e, s. 158-159.
[16] A’râf 7/187. Gayb ile ilgili diğer âyetler için bkz. Hûd, 11/49; Sâd 38/69; Hakka 69/1-2; Nâziât 79/42-45; İnfitâr, 82/17-19; Kâria, 101/1-3.
[17] Elmalılı, a.g.e, 3/432.
[18] Hadis kitaplarının Fiten ve Melâhim bölümleri, Hz. Peygamberin bu çeşit sözlerinin bir araya toplandığı yerlerdir. Bu konuyla ilgili olarak İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserinin Fiten ve Melâhim bölümleri bir hayli geniş ve önemlidir. Ayrıca bu bölümler, müstakil iki cilt halinde, tahkiki de yapılarak, Dâru’l-Hadîs tarafından 1986 da Kâhire’de basılmıştır.
[19] Râzî, Tefsîr, 15/68.
[20] Yûnus 10/49. Ayrıca bkz: Mâide, 5/41; Cin 72/21.