Hz. Ali, Merhab’la karsi karsiya

Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullahin beyaz sancagi ile mücahidlerin önünde ilerleyip sancagi Natat Kalesinin dibine dikti. Onlari Islâmin esaslarini anlatip Müslüman olmaya dâvet etti. Fakat Yahudiler Müslüman olmayi kabul etmediler. Çarpismak için kalelerinden çiktilar. Yapilan çarpismada bir çok yigitleri, mücahitler tarafindan yere serildi.

Bu arada Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardesinin de öldürülenler arasinda oldugunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çikti. Üzerinde iki kat zirh gömlek vardi. Iki kiliç kusanmis, basina da iki sarik sarmisti. Bu heybetli görünüsüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çogu kere aslanlari bile kiliçla, mizrakla yere seren adamimdir” diye haykirip övünüyordu.

Cesaret kahramani Hz. Ali, duyduklarina aldiris etmeden su mukabelede bulundu:

“Ben de, annemin bana Haydar (arslan) adini taktigi adamim. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yasatmayacak, yere serecegim.”1

Yapilan teke tek vurusmada, Yahudilerin en kuvvetli adami olan Merhab, “Esedullah ” (Allah’in arslani) ünvaninin sahibi olan Hz. Ali karsisinda dayanamayip, kafasi Zülfikârla ikiye bölünerek yere düstü.2

Manzarayi gören Hz. Resûlüllah mücahidleri müjdeledi:

“Sevininiz! Hayber’in fethi artik kolaylasti.”3

Bundan sonra mücahidler, cesaretle düsmanin üzerine yürüdüler. Bu arada bir çoklarini yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hattâ bir ara kalkani elinden düstü. Hemen yanindaki kalenin kapisini yerinden sökerek kendisine kalkan yapti. Fetih gerçeklesinceye kadar da kale kapisini elinden düsürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapiyi yere birakti. Sekiz kisi hep beraber sarildiklari halde onu kaldirmaya muvaffak olamadilar.1

Adamlarinin teker teker yere serildiklerini gören diger Yahudiler gerisin geri kaçismaya basladilar. Artik, düsman bozulmustu. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin beyan buyurduklari gibi Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmisti. Kaçisan düsman askerleri arkasindan Hz. Ali ile birlikte mücahidler Natat Kalesine daldilar. Fakat orada çocuklardan baska kimse göremediler. Onlara dokunmadilar. Akibetin kötü olacagini gören Yahudiler Natat’i terk etmek mecburiyetinde kalmislardi.

Mücahidler, Nâim Kalesine dogru yürüdüler. Burada da düsmanla siddetli çarpismalar cereyan etti. Düsman bir çok adamini da bu kale önünde yapilan çarpismada kaybetti ve kale teslim alindi.

Nâim Kalesinin düsüsünü, Sa’d bin Muaz Kalesinin teslimi takib etti.

Peygamberimiz, Hayber kalelerinden bir kaçini muhasara altina almisti.

Bu sirada önüne davarlarini katmis birinin Islâm ordusuna dogru geldigi görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in Yesâr adini tasiyan Habesli kölesi idi. Davarlarini güder dururdu. Hayber kalelerinin kusatildigi sirada, Yahudilerin silahlarina sarilmak istediklerini görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormustu.

Yahudiler, “Su kendini ‘Resûl’ diye ilân eden adami öldürmek istiyoruz” cevabini vermislerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habesli Yesâr, bir an duraklamis, bu kelimenin âdeta sefkatli bir el gibi kalbini kapladigini hisseder olmustu.

Yesâr sadece, Yahudilerin beyanlariyla iktifâ etmek istemiyor, meseleyi kaynagindan ögrenmek istiyordu.

Iste bunun için davarlarini önüne katarak, Hz. Resûlullahin huzuruna çikageldi:

“Sen neler söylüyor ve nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Islâmiyete dâvet ediyorum. Allah’tan baska ilâh bulunmadigina ve benim de Onun Resûlü olduguma sehâdete, Allah’tan baskasina ibâdet etmemeye çagiriyorum” buyurdu.

Yesâr, bu sefer, “Peki, ben, dedigin gibi iman eder ve sehadette bulunursam bana ne var?”

Resûl-i Ekrem, “Eger bu iman ve bu sehadet üzere olursan Cennet var!”1 dedi.

Bunun üzerine Yesâr, hemen orada Müslüman oldu.

Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve sehadet üzere ölürse Cennete girecegini söylemisti. Amma Yesâr müteredditti. Yasadigi muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardi. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.

Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben Habesî (siyah tenli) çirkin yüzlü ve fakir bir adamim, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpisir ve ölürsem yine Cennete girer miyim?”

Resûl-i Ekremden Yesâr’i sevince bogan bir cevap geldi:

“Evet, Cennete girersin!”2

Yesâr bu sefer, “Yâ Resûlallah” dedi, “su davarlar bana emânettir. Simdi ben onlari ne yapayim?” diye sordu.

Peygamberimiz, “Onlari karargâhtan çikar. Onlara dogru ufak taslar at ve bagir! Onlar, sahiplerinin yanina dönecektir” diyerek Yesâr’a yol gösterdi.

Yesâr hemen kalkti. Yerden bir avuç kum alip davarlara dogru savurdu:

“Haydi, artik sahibinize dönünüz.”

Davarlar, sanki biri tarafindan güdülüyormus gibi, topluca gidip sahiplerinin yanina vardilar.1

Islâmiyetle sereflenen Yesâr, artik o andan itibaren Allah yolunda çarpisan bir mücahid olmustu. Mücahidler safinda düsman arasina cesurca daliyordu. Çok geçmeden kalelerinden atilan taslarla sehid oldu. Böylece, bir vakit namaz kilma firsatini bulamadan Cennete uçan Müslüman ünvanini aldi.2

Üzeri örtülü idi. Yerde uzatilmisti. Cenazeye bakan Hz. Resûlullahin bir ara yüzünü çevirdigini farkeden Sahabîler merakla, “Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular.

Resû-i Ekrem Efendimiz sebebini söyle izah etti:

“Sehid, vurulup yere düstügü zaman Cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozlari silerler ve ‘Allah, seni toza topraga bulayanin da yüzünü toza topraga bulasin! Seni öldüreni, öldürsün!’ derler.

“Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevk etti. Allah’a hiç secde etmedigi halde, Cennet hurilerinden ikisini, onun basucunda gördüm!”3

Iste, ihlasli az amel ve iste ebedî saadet, sonsuz mükafat ve ecir!

Bu hadise bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlas ve samimiyet oldugu dersini veriyor.

Ayrica bu hadisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, iman ve Islâma dâvette insanlar arasinda asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözetmiyordu. Evet, Yesâr kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi. Üstelik içtimaî seviyenin o zaman insanlari nazarinda en düsük tabakasi sayilabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara ragmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor; ‘Müslüman olsa ne olur, olmasa ne olur’ gibisinden herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu. Aksine gayet ciddi bir sekilde ona Islâmiyeti anlatiyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.

Islâm ve imana hizmette bulunanlarin da ayni ölçü ve düsünceyle hareket etmeleri gerekir.