5 sonuçtan 1 ile 5 arası

Konu: Salahaddin ve Sünniliğin ihyası

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart Salahaddin ve Sünniliğin ihyası

    ALEVİLİK BİR DİN DEĞİLDİR
    Aleviler İslam'dır.Alevilik bir yoldur.Bu yol peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)'in yoludur.4. Halifeye,Ehli beyte ve sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)'in sevgili torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e bağlıyız.Kitabımız Kuran'ı Kerim'dir,Mabedimiz camilerdir.Aleviler ibadetlerini camilerde ve her Müslüman gibi evinde de yerine getirirler.Aleviler sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed'in sünnet-i seniyyelerini büyük bir huşû içinde yaşamaktadırlar.
    ALEVİLERİN YAŞAM ŞEKLİ (TAHALLÂK-U Bİ AHLÂK-I ALLAH)
    Aleviler Allah ahlakı ile ahlaklanmaktadırlar .Aleviler, devletine ordusuna, milletine, sıkı sıkıya bağlı ,vatansever birinci sınıf vatandaştırlar.Ülke ekonomisine de büyük katkı sağlamaktadırlar ve sağlamaya büyük azimle,şevkle,gayretle devam edeceklerdir.Alevi toplumu , ekonomimizin büyük,küçük sanayici ve işadamlarını büyük bir azimle ve gayretle desteklemektedirler.( CEM ÇANKAYA: Milliyet: 07.01.2004 )



    ALEVI DERNEKLERI FEDERASYONU ESKI BAŞKANI SINAN ERBEKTAŞ:
    "Alevilik, İslâm’dan ayrı ne bir dindir, ne de bir tarikat... Sünnilikten cüz’i farklarla ayrılan İslâmın bir yorumudur... Bizim dinimiz İslâm, kitabımız Kur’an, peygamberimiz Hazreti Muhammed’dir... Geçmişte ard niyetli kişiler tarafından komünizme yönlendirilmeye çalışıldı, komünizm bitince de ‘İslâm dışı bir din’ safsatasına kanalize edilmek isteniyor!.. (Ulusal Kanal: 29 Aralık 2005 Çarşamba )







    Alevilik, Aleviler, Alevilik ve namaz, Şiilik, Hz. Ali, 12 İmam, İmamiyye, Bektaşi, Kızılbaş, Alevilikte


    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart

    İslâmî mezhepleri: Ehl-i Sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan Ehl-i Sünnet'i ‘hak ehli’, onun dışındakileri ise, ‘bâtıl ehli’ olarak belirttikten sonra, Ehl-i Sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir.[İbn Hazm, el-Fısal, II, 113]Hz. Ali’nin (r.a.) hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler, başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir Yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen Yahudilerinin planı gereği Müslüman gözükerek, Yahudi ve Mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhî hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.Bütün bu gelişmeler hususunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdî ve fıkhî görüşler arasında Rasûlullah’ınn ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, Ehl-i Sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128) hazretleri, bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i Sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi (rh.) de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Kısaca Ehl-i Sünnet, Peygamber Efendimizin(s.a.v.) sünnetine ve ashâbının (r.anhum) yoluna bağlı olan ve onların takip ettiği usûl ve esasları benimseyen mes’ut/bahtiyar zümrenin adıdır.
    Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, nakli kaynak alan, nassları esas kabul eden topluluk...
    Bir başka ifadeyle; Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) sünnetine tâbi olanlara Ehl-i Sünnet, onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki usûlünü/metodunu takip edenlere de Ehl-i Cemaat denilmiş, ikisine birlikte de "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" tabir edillmiştir.
    "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" ünvanı ile ifade edilen Müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tâbi olmak gibi iki alâmet-i fârikası/ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır.
    İslâm âlimlerinin/hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhî bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan çeşitli yaklaşım usûlleri/metodları, hep Ehl-i Sünnetçerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. Bunlar da malumunuz, ümmet için geniş bir rahmet ve kolaylıktır.
    "Sünnet" daha ziyade metod, yol, takip edilmesi/izlenmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, fırkaların/toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir:
    Bir akîde/inanç etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), akîdesinin, inanç sisteminin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir. [Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47] Bu manada Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün." [Alu İmrân, 3/137] "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez." [Fâtır suresi, 35/43] Bu âyet-i kerimelerde ifade edilen sünnet, Allah Teâlâ'nın, kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod manasındadır. Allah için cebir söz konusu olmayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.Sünnet; İslâm ümmetinin/toplumunun teşekkülü için Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) usûlünün esas alınması ve nebevî/peygamberî usûlü ittifakla takip eden sahabî cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî teşekkülünü/oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitâbı ve Rasûlünün sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tâbi olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir.
    Buyuruyor ki Mevlamız: "Ümmîlere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen(manen arındıran), onlara Kitab'ı (Kur'an’ı) ve hikmeti (sünneti) öğreten bir Peygamber gönderen O'dur (Allah’tır). Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir şaşkınlık/sapıklık içindeydiler."[Cuma suresi, 62/2] Tezkiye yani kötülükten temizleyip arındırmak, haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş; hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.Kur'an farzı-vâcibi tayin etme, helâli-haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak, ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte bunlar, asıl kurtuluşa erenlerdir.." [Nûr suresi, 24/51]

    Rasûlullah (s.a.v.), "Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur. [Müslim, Sahih, 412; İbn Mâce, Mukaddime, 1] Sünnete bağlılık, dinî bir mecburiyettir/zorunluluktur.

    ***
    Kurtuluş için sadece Kur’an yeterli midir?
    ‘Kur'an bize yeterlidir’ düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir.
    Rasûlullah (s.a.v.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size ‘Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin’ diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından)onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir." [Ebû Dâvûd, Sünen, Sünne, 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 131]İmrân b. Husayn (r.a.), ‘Bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur’, diyen bir adama şöyle seslenir:
    "Ahmak herif! Sen Kur'an'da öğlen namazının dört rek’ât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize çok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır."
    Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın, "Bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûl size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız.'' [Haşr suresi, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Rasûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54]

    Rasûlullah Efendimiz sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, onları, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerimin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta (azı) dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü sonradan çıkan/çıkartılan her uydurma şey, bid'at; her bid'at da sapıklıktır." [Ebû Dâvûd, Sünen, Sünne, 5]Kur'an-ı Kerim'de de ashab hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tâbi olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, zemininde ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur." [Tevbe suresi, 9/100] Allah Teala'nın sahabeleri övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tâbi olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tâbiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allah Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Rasûlullah (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir." [Buhâri, Sahih, Fedâilu's-Sahâbe, 1] Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması, hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiîn cemaâtı olduğunu gösteriyor.

    ***
    'Sevâdu'l-A'zam’a tâbi olmak
    Rasûlullah (s.a.v.), "Size ashabımı (onlara tâbi olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmeti cemaât ile beraberdir." [Tirmizî, Sünen, Fiten, 7] Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Rasûlullah (s.a.v.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi Cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "Benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Rasûlullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l-a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim." [İbn Mâce. Fiten. 8] Sevâdu'l-a'zam; Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir [İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, II, 419]Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi âlimler-âriflerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer’dir(r.anhuma)" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. “Onlar da öldü”, denilince, "İşte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der. [Tirmizî, Sünen, Fiten, 7] İmâm Tirmizî der ki; Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" [Tirmizî, Sünen, Fiten, 7] Bu anlamıyla, hakiki âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) "Allah Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; Cehenneme atılacaktır" [Tirmizî, SünenFiten, 7] buyurmuştur.Şehristânî'nin tarifine göre "Cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur." [Şehristânî, el-Milel, 1, 47]İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan’ın (r.a.) hilafeti Hz. Muaviye’ye (r.a.) devretmesi yılına rastlar. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa (birlik-beraberlik yılı)" denilmiştir. Müslümanlar, Rasûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesi (v.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar Müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol açtı. Katledilmiş halife, meselesi gündeme gelmişti. Bu gelişmeler karşısında Müslümanların durumlarının ne olduğu/olacağı ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdî meseleler konuşulur oldu.
    Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın muhipleri/sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin Müslüman olması ve İslâm irfanıyla tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit sebebiyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.anhuma) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) rahımehumullah sayılabilir.
    Ortaya çıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezî zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir (rh.). Onun Ehl-i Sünnetin fikrî ve itikâdî esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdi meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevî idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her mevzuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" [Bkz. Buhâri, Sahih, Ahâd, I; Müslim, Sahih, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Sünen, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Sünen, Bîa, 34; İbn Mâce, Sünen, Cihad, 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409]hadisine dayanarak, Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir [Mes'ûdî, Murücü’z-Zeheb, 111, 201] Hasanu'l Basrî hazretleri, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının ve onların Cehennem azabıyle korkutulmasının, Müslüman âlimlerin vazifesi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: “Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa, insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile (sıkıntı-üzüntü-dert nev’inden) ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.”Hasanu'l-Basrî hazretleri, siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Rasûlullah’ın (s.a.v.) fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" [Nisâ suresi, 4/59] ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır. [İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'an'il-Azîm, II, 303] Büyük günah (kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş",Hâricîlerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (Hulefâ-i Râşidin’e söven aşırı grup) reddetmiştir.
    ***
    Ehl-i Hak
    Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, Müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman-zaman Ehl-i Sünnet, Ehlü'l-Hakk, zaman zaman da "Ehlu's-Sünne ve'l-İstikâme, Ehlu'l-Hadis, Ehlu'l-Cemaâ, Ehlu'l-Hadis ve's-Sünne ve Ehlu's-Sünnet ve'l-Cemât” isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne tabirini ilk kullanan, Muhammed b. Sîrîn (ö.110/728), "Ehlu'l-Hakk Ve'l-Cemâ'a" tabirini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi’dir (ö.373/898). Tabir, hicrî II. asır başlarından itibaren "Ehlu'l-Hakk ve'l-İstikâme" "Ehlu's-Sünne ve'n-Nakl", "Ashabu'l-Hadis" şekillerinde kullanılmıştır.
    Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Rasûlullah’ın (s.a.v.) ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktaları da toplaması açısından "Ehlu's-Sünne ve'l-Cemaât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-Sünne ve'l-Cemâ'a ve'l-Âsâr" şeklinde kullanmıştır. [İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31] "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî’nin (373/898) "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır.
    Hasılı "Ehlü's-Sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-Sünne, bid'at fırkalarına karşı bir aksulamel/reaksiyon/tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.
    ***
    Yetmiş üç fırka
    Rasûlullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi Cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" [Ebû Dâvûd, Sünen, Sünne, I; Tirmizî Sünen, İman, 18; İbn Mace, Sünen, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430] Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Rasûlullah’tan (s.a.v.) on sahabi rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), Müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir. [Bağdadî, el-Fark, s. 8.9] Bu hadiste bildirildiği gibi Müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı Cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir. [Ebû Dâvûd, Sünen, sünne, 5] Bid’at, din hususunda ashâb-ı kirâm ile tâbiînin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir.
    ***
    Bid’atçi kimdir?
    Ehl-i Sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır [Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43]
    Bid'at; Peygamber Efendimizden (s.a.v.) nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir te’vil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Ama bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi… Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen kat’î hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ, bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânî) inanmayan kimse de dinden çıkar.Hz. Ebû Bekr ve Hz.Ömer’in (r.anhuma) hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali’nin (r.a.) Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin Cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu mevzudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin Müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir.
    Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür… Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir. [İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561] İtikâdî mevzulardaki inancımız kesin delil ve nasslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir.
    Fıkhi bir mezhebe mensup olanlar bilmeli ki, bir meselede müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer meselede bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu mevzuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, Ehlü's-Sünne ve'l-Cemaât mezhebidir. Ehlü's-Sünnet; Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzî olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'atlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi. [İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49] Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek Müslümana uygun bir davranış değildir. [İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472]
    ***
    İlk bid’at fırkalarının ortaya çıkışı
    Bid'atçılar hakkındaki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali’nin (r.a.) hilâfeti dönemindedir.Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir. [Şehristânî, a.g.e, 1, 15]İbn Hazm (rha.) ise, (ö.457/1065), İslâmî mezhepleri: Ehl-i Sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan Ehl-i Sünnet'i ‘hak ehli’, onun dışındakileri ise, ‘bâtıl ehli’ olarak belirttikten sonra, Ehl-i Sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir.[İbn Hazm, el-Fısal, II, 113]Hz. Ali’nin (r.a.) hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler, başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir Yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen Yahudilerinin planı gereği Müslüman gözükerek, Yahudi ve Mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhî hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.Bütün bu gelişmeler hususunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdî ve fıkhî görüşler arasında Rasûlullah’ınn ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, Ehl-i Sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128) hazretleri, bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i Sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi (rh.) de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i Sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin takipçisi/izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel bir konuma sahiptirler.İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman-zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan İcmâ ve Kıyas’tır, sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan mevzularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.
    ***
    Ehl-i Sünnet’in aklî ve naklî delilleri
    Ehl-i Sünnet âlimleri; başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlî, Fahriddün er-Râzî, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî Ehl-i Sünnet akîdesini aklî ve naklî delillerle güçlendirmişler… Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.Kısaca Ehl-i Sünnet: Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından ikiye ayrılmaktadır. İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği Ehl-i Sünnet-i âmme, Cenab-ı Hakk’ı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arş’ta hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü “Allah'ın kudreti ve rahmeti” olarak te'vil etmeleri gibi.Maturidîler ile Eş'ariler arasında bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur.
    Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhî ve itikâdî olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; fıkhî, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdî konularda Mâtûridî'dirler. Şâfîi ve Malikî olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllâni, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi (rahımehumullah) gibi âlimler, Ehl-i Sünnetin önde gelen simâlarıdır.

    ***
    İslâm âlimlerinin çoğunluğu Ehl-i Sünnettir
    İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan Ehl-i Sünnetmezhebi üzeredirler.Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, Ehli Sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,3- Muhaddisler,4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,5- Ehl-i Sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,7- Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmayan Müslüman mücahidler,8- Ehl-i Sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi. [el-Bağdâdî, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318]

    İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir hayat tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.İtikadda orta yol, Ehl-i Sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed’in (s.a.v.) ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık." [Bakara suresi, 2/143]Câbir b. Abdullah'tan (r.a.) gelen sahih bir rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.), toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" [En'âm suresi, 6/153; İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, 2; Dârimî, Sünen, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435] Rasûlullah (s.a.v.) burada dinde sağa-sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki Ehl-i Sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.İmam Tahâvî (rh.), Ehl-i Sünnet yolunu şöyle özetlemektedir:

    “Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrikaya yol açacak görüşlerden, merdûd mezheplerden, Müşebbihe, Mûtezile, Cehmiyye, Cebriyye, Kaderiyye v.s. gibi Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri Ehl-i Sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir. [Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588]

    http://www.halisece.com/akaid/736-ehl-i-sunnet-ve-l-cemaat.html
    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart Din Bütünleştirir, Mezhep Parçalar mı?

    Din Bütünleştirir, Mezhep Parçalar mı?


    Dinler insanları nasıl birbirlerinden ayırıyorsa tali olarak mezhepler de inanç sınırları olarak insanları birbirinden ayırır. Dini anlama formatlarına mezhep diyoruz
    .
    Dinin ortak bir tarifi ve tanımı yoksa orada mezhep devreye giriyor. Din nedir sorusunun cevapları bizi mezhepleşmeye götürür. Öyle ise mezhep meselesi kaçınılmazdır.
    Bu şeriatlara dayalı dinlerde ameli mezhepler için geçerli olabileceği gibi fırka anlamda akait mezhepleri için de geçerlidir. Dinde tefrika elbette mezmum ve menfur bir haldir. Bununla birlikte tefrikanın tarifinde bile ihtilaf vardır. Bu nedenle ihtilafu tenevvü ile ihtilafu tefrika birbirinden ayrılmıştır. İhtilafın bir kısmı çeşitliliktir ve insanoğlu çeşitliliğe yatkın yaratılmıştır. Dini çekişme aracı olarak kullanmak elbette yakışıksız bir tutum ve durumdur. Bunun menşei heva ve hizipçilik ise sorumluluk gerektirir. Mücerret fikri içtihatlar ise sorumluluktan azat olabilir. Mezhepleri aşmak ve ortak bir dini anlayışa varmak ütopik bir haldir. Karma, eklektik bir din olmayacağı gibi ortak, karma bir mezhep de olamaz. Mezhep meselesi kaçınılmaz olduğu için kimileri farklılıkları tölere etmek için mezheplerin yakınlaşması meselesini ortaya atmış ve gündeme getirmişlerdir. Bununla birlikte mezheplerin yakınlaşması veya dinler arası diyalog gibi meseleler karşı tarafı yumuşatma veya manipülasyon amacı da taşıyabilmektedir. Bu da güveni zedelediğinden dolayı mesafeyi kısaltmak yerine derinleştirmektedir.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan Tahran ziyareti sırasında gazetecilerin‘belli bir mezhep üzerinden politika üretiyor, diye eleştirenler var. Siz ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, “Türkiye mezhep eksenli bir ayrışmaya veya bir tavra gidiyor’ ifadesini kabullenmemiz kesinlikle mümkün değil. Bir defa bizim için belirleyici olan güç mezhep değildir. Bizim için belirleyici olan anlayış ya da inanç İslam’ın ta kendisidir. Birileri Şia olabilir, Sünni olabilir. Ancak inanç noktamızdaki geleceğimizi ne Sünnilik belirler ne de Şia! Bizim için esas olan İslam’dır. Biz olaya bugüne kadar böyle baktık. Yani sizin mezhepsel bir anlayışınız olabilir, ama bunu karşı bir mezhebe dayatırsanız, o zaman siz ümmeti parçalamış olursunuz. Şu anda İslam dünyası parçalanma riskiyle karşı karşıya. Atılması gereken adım, bunu durdurmaktır. Buna gayret etmemiz lazım. Ama birileri daha fazla silah satabileceğimiz bir pazar oluşturalım mantığıyla hareket ediyorsa çözmek mümkün değil. Görünen o ki böyle bir pazar gayreti içerisinde olanlar da var. Bunun olmaması için inşallah bir gayret koyalım diyoruz” cevabı vermiştir.

    Bu cevapta doğrular kadar yanlışlar da var. Mezhebi hafife almak din ile mezhep arasındaki ilişkiyi veya diyalektiği bilmemenin bir sonucudur. Mezhep dinin basamağıdır. Merhum Zahid el Kevseri ‘mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür’ derken böyle bir şeyi kastetmiş olmalıdır.
    Mezhebi aşarak dine ulaşmak mümkün değil. Elbette dinin yorumlarından bazıları belki de çokları yanlıştır ama bu yorum ihtiyacını, ötesinde zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Dinin mezhep olarak en doğru veya en doğruya yakın bir yorumu vardır. Biz buna Ehl-i Sünnet diyoruz. Dolayısıyla bu anlayış pazarlık konusu olamaz. Din yorumlamadan yani işlenmemiş ham haliyle kitlelere ulaştırılamaz. ‘Mezhebi aşmak, dine ulaşmak’ kulağa hoş gelse de bu mugalatadan hali değildir hatta ibarettir. Dinin tanımı mezheptir bunu inkar mugalatadır. Açılım olabilir veya geniş zaviyeli, bakışlı ve meşrepli olunabilir. Ama bu gerçeği değiştirmez. ‘Mezhep yok, din var’ söylemi mugalatadan ibarettir. Dinin tarifi konusunda genel bir uyuşma olursa mesele kalmaz. Lakin din nedir sorusuna cevap aradığınızda mahiyeti ve tarifine girdiğinizde farklı yorumlarla karşılaşacaksınız, tali tanımlara ulaşacaksınız.

    Le Monde Diplomatique Alain Gresh bölgede mezhep kavgasını İran, ABD ve Suudi Arabistan’ın tetiklediği, körüklediği kanaatindedir. 2003 yılından itibaren ABD Irak’ta taifiyye/sekterizm ile şuubiye yani ırkçılığı kışkırtmış ve resmi sistem haline getirmiştir. Bu esaslar altında girilen seçimler ülkedeki sekterizm ve ırkçılık dalgasını güçlendirmiştir. ABD bu uygulama için Irak’ı pilot bölge olarak seçmiştir. Arap Baharından sonra bunu genellemeye çalışmıştır. Bu hususta bölgedeki en büyük ortağı ve aracı İsrail ile birlikte İran’dır. Her ikisi de hem sekter hem de şuubidir. ‘Mezhep ve Etnik Hatlarda Yeni Sykes-Picot’ yazımızda bunun ufuklarını yazmıştık. Yanlışta temadi etmeyelim:Çıkar yol Sünniler arasında birliği temin etmektedir. Salahaddin ve Salahaddinlerin yolu budur. Zira İslam’ı anlamanın en doğru ve kestirme yolu, tarihin ve zamanın imbiğinden geçmiş olan Ehl-i Sünnet anlayışıdır. Bunu tanımadığımız için yolu uzattık, zayiatı artırdık. Gelin bu kan kaybına bir son verelim. Yoksa İslam deyince başkalarının tarifini mi esas alacağız? Veya mezhebi atlamak isteyenler, dini mezhep imamlarından daha mı iyi anlıyorlar? Kavgayı önlemek istiyorsak sabitelerimize dört elle sarılmalı ve birlik üzerinden caydırıcı olmalıyız. Aşınmak zayi olmaktır.



    (Mustafa Özcan. Habervaktim.com. gazetevahdet.com)
    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart Din, Mezhep...

    Din, Mezhep...


    Sayın Cumhurbaşkanı, arada bir mezhep meselesine temas ediyor. Geçen hafta da etti.
    Büyük İslam âlimleri, mezhep hakkında hükmü çoktan vermiş:
    “Müctehid (âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilme seviyesinde) olmayan Müslümanlar bir mezhep imamına uymak zorundadırlar. Mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür.”
    Mezhep hayatımıza o kadar işlemiş ki, baba ve dedelerimiz bozuk inançlı kimseler hakkında “O mezhepsizdir” derlerdi.
    Sayın Cumhurbaşkanımız şöyle diyor:
    “Mezhepçilik şu anda İslam dünyasını, ümmeti paramparça etti.”
    Ümmeti param parça eden, aksine mezhebinden uzak kalıp şuursuzlaşarak kâfirlerin oyunlarına gelmek olmasın!
    Mezhepleri dile dolamak yerine, şuurlanmaktan bahsetmek daha isabetli olmaz mıydı?
    Mezhepleri veya mezhep ayrılıklarını ortadan kaldırsak, kâfirler Müslümanları birbirine kırdırmaktan vaz mı geçecek?
    Asırlardır mezhepler de var mezheplere mensup Müslümanlar da. Ama birçok asırlarda hep müslümanlar hâkim ve gâlip olmuş.
    Bunu tarih dede söylüyor.
    Sayın Cumhurbaşkanı şöyle diyor:
    “Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Yemen’de görüyoruz. Acımasızca Müslüman Müslüman’ı öldürüyor. Bu sadece mezhebî farklılık nedeniyle.”
    Yanlış bir değerlendirme. Eğer, “Müslüman Müslümanı sadece mezhep farklılığından dolayı öldürüyor” olsaydı, geçmiş asırlarda da birbirlerini öldürmeleri lâzımdı. Çünkü mezhep ayrılığı asırlardır var. Ama mezhep ayrılığı sebebiyle birbirlerini öldürme olmamış.
    Irak ve Afganistan’da 1.5 milyon insan, ABD tarafından değil de Müslüman oldukları için birbirleri tarafından mı öldürüldü?
    Bu iki ülkede insanların öldürülme sebebi ile Suriye, Filistin ve Yemen’deki ölümlerin sebebi aynıdır desek yanılmış mı oluruz?
    ***
    Herkesin bildiği BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) diye bir şey var.
    ABD başkanı Bush zamanında karara bağlanan bu proje, 22 (sonra 25’e çıkarıldı)/ İslam ülkesinin sınırlarını değiştirme projesidir.
    Diğer bir tarifle, Müslümanları öldüre öldüre 22 (25) ülkeyi Irak ve Afganistan yapma projesidir.
    Cumhurbaşkanı’nın kendi ifadesine göre, BOP’un üç eşbaşkanından biri İtalya, diğerleri iki Müslüman ülkenin başkanları:
    Türkiye ve Yemen…
    Türkiye 19 ve 25 Aralık hadiselerinde karıştırılmak istendi ama, muvaffak olunamadı.
    Tesadüfe bakın ki, şimdi de Yemen karıştı.

    Hem eş başkanlar bu ülkelerden hem karıştırılan ülkeler aynı ülkeler.
    Şimdi, Yemen BOP çerçevesinde karıştırılıyor demeyelim mi?
    Öyleyse, bu rakam 22’ye veya 25’e çıkana kadar ülkeler karıştırılmaya ve kan akıtılmaya devam edecektir.
    Sayın Cumhurbaşkanı’nın sözüne dönelim:
    “Bizim Sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim Şia diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır. Bunu böyle bilmemiz lazım. Ne yazık ki mezhebini din edinmiş olanlarla başımız dertte. Sıkıntı burada…”
    Cumhurbaşkanı böyle dese de ne sünnîler “Benim dinim sünnîliktir” diyor, ne şiîler “Benim dinim şiâdır” diyor.
    Öyleyse, İslama zıtmış gibi mezhebi getirip dinin karşısına koymak uygun değil.
    Bu memlekette, “Bizim tek dinimiz İslam değil. İkinci bir dinimiz var” diyen mi var ki, “Bizim tek dinimiz İslam’dır” diyoruz?
    ***
    Türkiye’de mezhebin ne olduğunu bilmeyen nice insan var. Bu kimseler Cumhurbaşkanı’nın sözüne uyup, “Bizim Sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır” diyerek mezhebi bir tarafa atıp, sünnîlikten ayrılıp da hangi inanca sarılacak?
    Canım “İslama sarılsın” denilemez. Çünkü sünnîlik zaten İslamdan ayrı değil.
    Bir de amelde yani ibâdette mezhep var.
    Müslüman, ibâdette 4 hak mezhepten birine göre ibâdet etmeyecekse neye göre ibâdet edecek?
    Türkiye’de Hanefî mezhebinden olan da var Şâfiî de.
    Birbirlerini hor görmez, Hanefî, Şâfiî imamın arkasında namaz kılar, Şâfiî de Hanefînin.
    Bu durumda, Cumhurbaşkanı’nın “Müslüman Müslüman’ı sadece mezhebî farklılık nedeniyle öldürüyor” sözü isabetli değil.
    Mübârek üçayların, okuyucularımız ve İslam âlemi için hayırlara vesile olması temennisiyle…
    Ali Eren. Habervaktim.com
    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart Salahaddin ve Sünniliğin ihyası

    Salahaddin ve Sünniliğin ihyası

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği gibi mezhep meselesini aşsak bile ortak bir noktada buluşabilecek miyiz? İslam’ın tanımında ve anlaşılmasında yekpare olabilecek miyiz? Bu sorunun bizi götürdüğü tali hususlardan birisi de İslamiyet’in gerçeği ile algısı arasındaki mesafedir.

    Müslümanların İslam’la ilgili algısı pek az bir biçimde hakikat derecesine yükselebilir. İslamiyeti istiap edebilmek ve onu temessül etmek kolay değildir. Bundan dolayı asıl mesele beşerin ya da Müslümanların İslam anlayışıdır. Asla mutabakat arz ediyor mu etmiyor mu? Bunu kim tayin edecektir? Mercii nedir? İslamiyet hakkındaki anlayışın büyük kısmı algıdan ibarettir. Peki! Bu algıyı kim yönetecek veya tashih edecektir? Bu nedenle günümüzde hem Hasan el Benna hem de Bediüzzaman doğru İslamiyet tabirini kullanmışlardır.

    Hasan el Benna’nın Davetçinin Hatıratı kitabında yer yer bu ifadeye başvurmaktadır. Herkesin algısı doğru olsa İslam kendi içinde çelişkiler yumağına dönüşür. Demek ki bizim anlayışımız genelde algı düzeyinde seyretmektedir. İnsanlar nefis taşıdıklarından dolayı dini pekala heva ve heveslerine uydurabilir ve buradan da yanlış algılar doğar. Peygamberlerden sonraki nesillerin İslam anlayışı içtihat boyutundadır. İçtihat da yanılma ve sevap cetveline haizdir.
    Evet! Allah dinini tamamlamış ve din olarak da İslamiyeti seçmiş ve ondan razı olmuştur. Bununla birlikte şahsi düzeyde bu algı derecesine inebilir. Algıların kategorize edilmesine mezhep diyoruz. Bununla birlikte bu algıların hakikate en yakın olanı ve İslamiyeti en doğru biçimde temsil edeni Sünniliktir.


    Hayrettin Karaman bile mezhep konusunda geniş meşrepli olmasına rağmen Reşit Rıza ve ekolünün dini anlayışını gerçek İslami anlayış olarak ifade etmiş ve bu yönde yazmış olduğu kitabının adını Gerçek İslam’da Birlik koymuştur. Reşid Rıza’nın anlayışını diğerlerine tercih etmiştir. Reşid Rıza ise 26 yıllık Şiilerle arkadaşlıktan sonra onların iflah olmayacağına kanaat getirmiş ve Muhibbiddin Hatip çizgisine avdet etmiştir.


    İleriki devirlerde dinin tanımı mezhepler üzerinden şekillenmiştir. Bu meyanda ana gövde veya sevad-ı a’zam denilen bir kitle Ehl-i Sünnet etrafında buluşmuş ve kenetlenmiştir. Türkler İslamiyetin bahadırı Sünnilik de ana ekseni ve fikri olmuştur. Ünlü oryantalist Hodgson, The Venture of Islam (İslamın Serüveni) adlı eserinde İslamiyetin ana fikrinin ve ana akım temsilcisinin Ehl-i Sünnet olduğunu teyit etmektedir.

    Bundan dolayı referans birliği ancak işlenmiş ve test edilmiş bir ekol olan Ehl-i Sünnet üzerinden sağlanabilir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet ihya edilmeden ve cereyanı güçlendirilmeden İslam dünyasının sorunları çözülemez. Bu nedenle çözüm İslam’dadır denildiğine bunun açılımı ve pratik hayata yansıması ‘çözüm Ehl-i Sünnettedir’ şeklindedir. Tarihi vetire de bunun ispatıdır.
    Referans birliğine ulaşmak ancak Ehl-i sünnet paradigma ve parametreleri üzerinden sağlanabilir. Şiilik tersinden bunu bir kez daha ispat etmiştir. İslamiyetin pratik sağlaması Ehl-i Sünnet anlayışındadır. Referans birliğini sağlayamamak, zihni dağınıklığı, gönül dağınıklığı, ümmet dağınıklığını intaç eder. Bu hususta 1952 yılına kadar Arap Birliği Genel Sekreterliği yapan Abdurrahman Azzam Paşa’nın torunu Abdurrahman Azzam tarihi süreci özetleyen bir kitap kaleme almıştır. Kitabın adı şu: Salahaddin ve İadetü İhya-i’l Mezhebi’s Sünni /Salahaddin Eyyübi ve Sünni Anlayışın Yeniden İhyası.


    Bu yapılmadan teorik ve pratik seviyede İslamiyetin doğruluğu ortaya konulamaz. İslami anlayışta bir duruluk ve safa hali yaşanmadan da Müslümanlar toparlanamazlar. Nizar Kabbani’nin ‘senin ellerinde yeniden doğmak istiyorum’ diye hitap ettiği Suriyeli tarihçi merhum Şakir Mustafa’nın Salahaddin Eyyübi ve Şiilerin ona iftiralarıyla alakalı kitabı bu yolda bize yol göstermekte ve ışık tutmaktadır. ‘Zengi’nin yetimleri’ başlıklı yazımızda onu referans kılarak şunları yazmıştık: “


    Zengi ve Salahaddin Eyyübi referans birliğini Sünnilik ekseni üzerine oturtmuşlardır. Siyasi birlik ise Kudüs’ün fethi çalışmaları üzerine teessüs etmiştir. Nureddin ve Selahaddin Eyyübi’nin temel projesi Sünni mezhebin üzerinden referans birliğini temin etmektir. İkinci ana kural ve umdeleri ise kaybolan ahlaki düzeni yeniden ihya etmek ve canlandırmaktır. Bunu da Geylaniye ve Kadiriyye ekolleri üzerine bina etmişlerdir. Üçüncü hedefleri Allah yolunda cihadı diriltmek olmuştur. Dördüncü temel hedefleri birleşik İslam cephesini tesis etmektir. Beşinci ana hedefleri ise Kudüs’ün kurtarılmasıdır (Salahaddin, Şakir Mustafa, Daru’l Kalem, Şam, s: 419).” İslamiyet dinler arasında referans birliğini veya merciiyeti, sadareti temsil eder
    Sünnilik de İslam mezhepleri arasında referans birliğini ve sadareti temsil eder. İslam içinde referans birliği Sünniliktedir. Çare Sünniliğe dönüş ve yeniden ihya edilmesindedir. Üzerindeki tortuların izale edilmesindedir. Başka çaremiz yok.

    Haber vaktim.com.Mustafa Özcan.
    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •