Günah ve şehir
Günah kelimesi ile ilgili bir araştırma sırasında gözüme bir haber çarptı, “Günaha çağıran şehirler”... Detayında, içki kumar ve fuhşa alabildiğine serbestlik tanıdığı için turistleri cezbeden şehirlerden bahsediliyordu.
Günah ve şehir, her zaman birbiriyle ilişkili olmuş iki kelimedir. Gerçi günah da sevap da her yerde işlenebilir ama ekseriyetle şehirler, türlü türlü günah seçeneklerinin bir arada bulunduğu merkezlerdir. Haksız para kazanma yöntemleri, çeşitli muamelelerde çiğnenen kul hakları, yasal kılıfa uydurulmuş zulümler, iffetsiz münasebetler… Hangisine karşı zaafınız daha fazlaysa o tuzağa düşme tehlikesi çoktur…
Şehir hayatının köylere ve küçük yerlere nispetle günahla daha iç içe olmasının birçok sebebi vardır. Her şeyden önce şehirler, köy hayatına nazaran daha rahat bir hayat sunarak nefsi şımartır. Çoğu zaman köyde kısıtlı gıda, çokça iş, meşgale ve yorgunluk vardır. Hem tabiatla baş başa, çeşitli tehlikelerle karşı karşıya olmak, Allah’a sığınma ihtiyacını daha fazla hissettirir. Bu hal, kişinin kendi aczini, ihtiyacını ve korkularını bilip Allah’a ne kadar muhtaç olduğunu hissetmesini ve kulluğa sarılmasını sağlar. Bu sebeple, köy ve küçük yerleşim yerlerinin insanları daha mütevazı, daha inançlı ve Allah’tan korkan kişiler olmaya meyillidir.
Hâlbuki şehirde çeşit çeşit gıda, refah, çeşitli hizmetler ve aldatıcı bir emniyet hissi bulunur. Bolluk sayesinde israf, israf yüzünden de kibir ve kendini müstağni (ihtiyaçsız) zannetme duygusu belirir. Bu yüzden, şehir insanının, nimetleri Allah’tan bilip şükretme ve başına bir felaket gelmesinden korkup Allah’a sığınma duygusu zayıflar. Bilhassa imkân sahipleri, azgınlık ve taşkınlık imkânı buldukları zaman türlü türlü günaha ve bunları meşru addetmelerine imkân verecek itikad sapmalarına dalarlar.
Tarih örneklerle dolu...
Bu, binlerce yıllık insanlık tarihinin değişmez gerçeğidir. Peygamber kıssalarına baktığımız zaman, onların birçoğunun, başta güç sahipleri olmak üzere, halkı azgın ve günahkâr olan şehirlere gönderildiklerini görürüz. Bu şehirlerde, hilekârca yasalar yaparak servet ve yetkilerini artıranlar, kötülüklere davet edip iyilik ve hidayete mani olmuşlardır.
Kur’an-ı Kerim’de haklarında; “İşte böyle, her memlekette günahkârları, oranın ileri gelenleri kıldık ki oralarda hilekârlık etsinler. Hâlbuki onlar hilekârlığı ancak kendilerine yaparlar. Ama farkında olmazlar.” (En’am; 123) buyrulanlar, her devirde vardır ve var olmaya devam edecektir.
Şehirlerin bir başka özelliği de çok sayıda insanın bir arada yaşaması, çalışması, mesleklerini icra etmesidir. Hem bir arada yaşayan bu insanlar her zaman, aynı soydan, inançtan değil, çok farklı kökenlerden ve kesimlerdendir. Aynı mensubiyete ve dünya görüşüne sahip olan küçük topluluklarda görülen kuvvetli bağlılık ve dayanışma, çoğu zaman büyük şehirlerde görülmez.
Küçük muhitlerde insanlar kendilerini aynı gemide giden yolcular gibi, kurtuluşu da felaketi de bir olan tek bir bünye olarak görürken; kalabalık şehirlerde bu hakikat unutulur. İnsanlar küçük muhitlerdeki kadar birbirlerine emr-i maruf ve nehy-i münker yap(a)maz ve kötülükleri, günahları görünce yüzünü öte yana çevirmeye başlarlar. Biraz da “bu azgın selin önünde duramamaktan” korktukları için herkes kendi evine çekilir, kapısını kapatır, dışarıda olup bitene karşı ilgisizleşir. Böylece meydan, kötülere ve kötülüklere kalır ama kimse gidişata dur diyemez. Sonuçta, şehirler insanların birbirine karşı hissizleştiği yerler haline gelir.
Bu durum, sadece batıl dinlere mensup kavimlerin başına gelmez, peygamberlerin getirdiği hakikatlere iman edenlerin de başına gelir. Elbette, bu sonuç, peygamberlerin getirdiği hak yoldan sapan toplumların yaşadığı, kaçınılmaz bir sondur. Nitekim Kur'an-ı Kerim’de, İsrailoğullarının doğru yoldan ayrılma sebebini şöyle açıklanmıştır:
“İsrailoğullarından olup da küfredenlere; Davud’un da, Meryem oğlu İsa’nın da dili ile lanet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri idi. Onlar, işledikleri her hangi bir fenalıktan birbirini vaz geçirmeye çalışmazlardı. Hakikat, yapmakta devam ettikleri ne kötü idi.” (Maide: 78,79)
Bu ve benzeri ayetler, aynı duruma düşmememiz için bize bir ikaz mahiyetindedir.
Kamuoyu baskısı, Mahalle baskısına galip
Günümüzde bir belediye, çoluk çocuğun oyun oynadığı, ailelerin gezinti yaptığı parklarda içki içmeyi, ahlaka mugayir manzaralar sergilemeyi men etti diye, medyanın baskısına maruz kalabilmektedir. Halbuki belediye, toplum idarecilerine düşen görevi yerine getirmektedir.
Toplumun asayişini, emniyetini sağlamak, gençleri kötülüklerden korumak, idarecilerin vazifesidir. Ama bu vazifenin icrası bile azgınların tepkisini çekmektedir.
Hele hele memleketimizin sahil kesimlerinde, durum çok daha kötüdür. Buralarda, bırakın münkeri nehyetmeyi, maddi kazanç uğruna, memleketimizin en güzel yerleri, münker işlemek için gelenlere tahsis edilmekte ve evlatlarımız onlara hizmet ettirilmektedir. Ne acıdır ki, üç beş kuruş menfaat uğruna bu zillete katlanmak, normal addedilir olmuştur.
Dünya kurulduğundan beri değişmeyen bir gerçek vardır, dünya menfaati ile Allah'ın rızası, kolay kolay bir araya gelmemektedir. Allah dostlarının buyurduğu gibi “Dünya ve ahiret iki kumaya benzer, birini memnun edersen diğerini muhakkak gücendirirsin.”
Bugün İslam dünyasına baktığımız zaman, fakirlik, sade ve basit bir hayat, İslamî yönden daha şuurlu ve daha tavizsiz bir Müslümanlığa yardımcı olmaktadır. Sadece kendi ülkemizi esas alacak olursak, bir iki istisna hariç, doğuya doğru gittikçe dini yönden şuurlu ve tavizsiz Müslümanlığın kuvvetlendiğini görebiliriz. Memleketimizin batı tarafları, sahil şeridinin turizm ve ticarete elverişli olmasının da tesiriyle, maddi bakımdan zenginleşmiş, şehirleşmiş ama manevi bakımdan problemli hale gelmiştir.
En azından günaha destek olmayalım!
Peki, Müslümanların bu durum karşısında tavrı ne olmalıdır?
“Zamanın ruhu, demokrasi ve liberalizm” diyerek, günaha günah demeyi bile mahalle baskısı sayarak, Müslümanları günaha karşı tepkisiz hale getiren bu egemen kültüre karşı koyamadığımız açıktır. Günahların en çirkinine dahi mani olamıyorsak bari en azından yalnız bırakamaz mıyız? En azından rağbet göstermeyerek, müşteri olmayarak, iştirak etmeyerek, pasif direniş gösteremez miyiz?
Dünya menfaati ve zevki için, tatil yapmak adı altında günahların yaygın bir şekilde işlendiği yerlere gitmekten kaçınarak, hem bizim hem de evlatlarımızın günahlara karşı tepkisizleşmesine mani olmaya çalışamaz mıyız?
Bu uğurda biraz daha az kazanca, daha az zevke razı olarak hicret sevabından bir paya talip olamaz mıyız?
Asr-ı Saadette durum nasıldı?
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin davet mücadelesine baktığımız zaman, onun da önemli bir ticaret ve turizm merkezi haline gelmiş olan Mekke şehrine gönderildiğini görüyoruz. Mekke şehri bu sırada, günahların her türlüsünün işlendiği bir yer haline gelmişti ve şehrin ileri gelenleri, kendilerine yapılan tebliğe kulak vermemişti. Bu durum karşısında Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, Mekke’ye nazaran daha mütevazı bir kasaba olan Medine’ye hicret etmiş, Müslümanları da hicrete davet etmiştir.
Pek çoğumuz bilmeyiz ama Medine’ye hicret etmek de Müslümanlar için bir imtihan vesilesi olmuştu. Burada Müslümanlar ticaretin kesata uğraması, tek çeşit gıda ile beslenme (hurma) soğuk ve yağışlı iklim sebebiyle hastalanma ve benzeri sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Yani, Medine’ye hicret bir kurtuluş değil, çile ve fedakârlıkta yeni bir boyuttu. Muhacirler Medine’ye geldikleri zaman çok sıkıntılarla karşılaştılar ve Mekke dağlarını özlemle andıkları beyitler terennüm ettiler.
Hatta Hz. Aişe radıyallahu anhadan rivayet edildiğine göre, Bilal Habeşî’nin hummaya yakalandığı zaman, onları bu hicrete mecbur ettiği için Mekke azgınlarına beddua ettiği ve Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın, “Allah’ım bize Medine'yi sevdir. Tıpkı Mekke'yi sevdiğimiz gibi, hatta fazlasıyla! Allah’ım onun havasını sıhhatli kıl. Onun müddünü, sâ'ını (ölçü ve tartılarını, yani erzakları) hakkımızda mübarek eyle. Onun hummasını al, Cuhfe'ye koy!” diye dua ettiği, hadis kitaplarında kaydedilmiştir. (Buhari, Fezailu'l-Medine, 11,)
Bu duanın bereketi ile olsa gerek, Medine bereketlendirilmiş ve Ashab-ı Kiram’a sevdirilmiş, hatta onlardan birçoğu, Mekke’nin fethinden sonra dahi Medine’yi terk etmemişlerdir. Şam, Basra ve daha pek çok ticaret merkezi olan şehirler fethedildiği halde Hz. Ömer’in, Medine’nin İslam devletinin başkenti olarak kalmasını tercih etmesi de dikkat çekicidir. Hatta Hz. Ömer radıyallahu anhu, ashabın Medine’den dağılıp gitmesine de mani olmuş, bu sayede Hicaz bölgesi, şehir merkezlerinin münakaşalarından uzak, sade bir imanın ve daha sonra İslamî ilimlerin -ve tasavvufun da kaynağı olacak olan- zühd ve takva hayatının muhafaza edildiği bir diyar olarak kalmıştır.
İslam âlimleri ve tasavvuf ehli de daima aynı anlayışı muhafaza etmişler, yani günahların alabildiğine yaygınlaştığı yerlerden, daha mütevazı ama manevi açıdan korunaklı yerlere hicret etmeyi sürdürmüşlerdir.
Günah işlememek nöbeti
Hicret, bazen göçerek değil, olduğun yerde kalmak suretiyle de olabilir. Bulunduğun yerdeki maddi zorluklara sabır göstererek, manevi riskleri yüksek yerlerden sakınmak, bir nevi ribattır. Ribat, Çok büyük mükâfat vaat edilmiş olan “sınırlarda nöbet bekleme” demektir.
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ribatın sevabı hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek, bir ayı oruç ve ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder. Kabir azabından da emin olur.” (Buhârî, Cihâd, 73)
Ribat, bazen kişinin evinden bile çıkmadan, çoluk çocuğunu ve nefsini günahlardan korumak üzere nöbette beklemesi şeklinde de olabilir.
Günah ve kötülükler her yeri sardığı zaman nefse karşı verilen mücahade, düşmana karşı verilen cihaddan daha az önemli değildir.
Toplumu dönüştürebilecek kadar güçlü olmayan gruplar, o toplumun içinde karışık olarak kaldığı takdirde erimeye, niteliklerini kaybetmeye mecbur kalırlar. Ancak onlardan ayrılan, uzak duran, kendinde bulunan hususiyetleri kökleştirip güçlendirenler, alternatif oluşturabilir, örnek alınacak bir duruş sergileyebilirler. Hatta bu şekilde bir çekim merkezi teşkil edip başkaları için de kurtuluşa vesile olabilirler.
HATİCE KÜBRA ERGİN
GÜLİSTAN DERGİSİ