***
DIŞARDA
Points: 47.246, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 75,0%
Achievements


Nur Çeşmesi Risale-i Nur’un şimdi vuku bulan bir inkara kırık sene evvel verdiği k
Mukaddeme
EVVELA: Bu Ramazan-ı Şerifte Üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof konferansında Kur'ana itiraz suretinde سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesini inkâr tarzında dinleyen safdil müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen Birinci Harb-i Umuminin başında arabi İşârât-ül-İ'caz tefsirinde ve yirmibeş sene evvel Onikinci Lem'ada İkinci Mes'ele-i Mühimme serlevhasiyle, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok ayet-i Kur'aniyede bulunan o cümle سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesine mektepli islâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.
SANİYEN: Kur'an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi Sani'i Zülcelâli sıfatiyle bildirmek için bahsediyor. Dolayısiyle ve ma'na-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya dersi vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve mizan ile Halıkı bildiriyor. Ma'na-i harfiyle o kitab-ı kebir-i kainata bakıyor. Okuyor. Ehl-i fen gibi ma'na-i ismiyle, madde ve tabiat hesabiyle bakmıyor.
SALİSEN: Madem Kur'an kainattan bahsi istidlal suretiyledir, delil zahir ve ma'lum olmak lâzım geldiğinden örf ve âdetçe ma'lum ta'biratı istimal etmek ta'lim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zâhir ma'nası ehl-i fennin derin mes'elelerini bildirmiyor.
(Sh: N-109)
RABİAN: Risale-i Nurdan Mu'cizat-ı Kur'aniye Zülfikâr Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i'caz lem'asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i'caz yüksek hakikatlar gösterilmiş. İsteyen bakabilir Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalbliler de bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nur'un mümtaz bir hâsiyyeti de şudur ki; hiç şüpheleri i'tirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki: O şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikatı görmek isteyenleri Risale-i Nura havale edip yalnız numune için bu Ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım (İmam-Hatip) talebelerinden ve Kur'an hıfzı ile meşgul olan ma'sum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki SEB'A SEMÂVA T cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş.
İkinci Mes'ele-i Mühimme'dir
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ اَلسَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ İlâ âhir ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ şu Âyet-i Kerime gibi mütaddit Âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşârat-ül-İ'caz tefsirinde eski Harb-i umuminin birinci senesinde cephei harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes'elenin yalnız bir hulâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer'ide Arş ve Kürsi, yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhi hükemasının şa'şaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hatta çok ehl-i tefsir, Âyâtın zâhirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur'an-ı Hakimin i'câzına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide
(Sh: N-110)
namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu adeta inkar ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamiyle gösterememişler. Kur'an-ı Hakimin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste: السَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş: Yâni: "Sema, emvâcı karardâde olmuş bir denizdir".
İşte bu hakikat-ı Kur'aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki "esir" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur. Üçüncüsü: Madde-i esiriyye esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tercübeten sabittir. Evet nasıl ki: Buhar, su buz gibi havâi, mâi câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de Madde-i esiriyyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i akli olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs-sema ve kehkeşan namiyle mâruf, Türkçe "samanyolu" tâbir olunan bulut şeklindeki daire-i azimenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile Manzûme-i Şem
(Sh: N-111)
siyyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi münzûmat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnûat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül-mâ, müvelid-ül-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki, bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esiriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ sırriyle yedi-nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emâreler, bizzarûre semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat'iyyen semavat müteaddittir ve muhbir-i sâdık, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın lisaniyle yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u arabide kesreti ifade ettiği için, o külli yedi tabaka çok kesretli tabakaları havı olabilir.
ELHASIL: Kadir-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer'edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası herbir Âyât-ı Kur'aniyeden hissesini alacak ve Âyât-ı Kur'aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulanacaktır. Evet hitâbât-ı Kur'aniyenin vüs'ati ve mââni ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini mürâat ve mümaşat etmesi gösterir ki: Herbir Âyatin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, "yedi semavat" mânâ-yı kullisinde yedi tabaka-i
(Sh: N-112)
beşeriye, muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyetin, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesiminin tabakatını fehmeder. Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb'a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavi yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem Manzûme-i Şemsiyyemizle beraber yedi manzumât-ı şümûsiyyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esiriyyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu, bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; Semavat-ı seb'ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misâliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder. Ve hakeza bu Âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'i mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sâdık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle Âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki: Âyetin mânâ-yı küllisinden bir tek mâsadak sadıksa, o külli mânâ sâdık ve hak olur. Hatta vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını mürâat için o küllide dahil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak: Nasıl bu iki fen hata ederek hak ve hakikat ve sâdık olan külli mânâdan gözlerini yumup ve çok sâdık olan masaddakları görmiyerek hayali bir acib ferdi, mânâ-yı Âyet tevehhüm ederek Âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!..
(Sh: N-113)
Elhasıl: Kıraat-ı seb'a, vücuh-u seb'a mu'cizat-ı seb'a ve hakaik-ı seb'a ve erkân-ı seb'a üzerine nâzil olan Kur'an semasının o yedişer tabakalarına cin ve şeyâtin hükmündeki itikatsız maddi fikirler çıkamadıklarından Âyâtın nücûmunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o Âyâtın nücûmundan mezkûr tahkikat gibi şehablar inerler ve onları yakarlar. Evet cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur'aniyeye çıkılmaz. Belki Âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi'raciyle ve iman ve İslâmiyetin kanatlariyle çıkılabilir.
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ نُجُومِ اْلهُدَى لِمَنِ اهْتَدَى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اللَّهُمَّ يَارَبِّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هَذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَائِهِ بِنُجُومِ حَقَائِقِ اْلقُرْآنِ وَ اْ لاِيمَانِ آمِينَ
* * *
Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
13.Asrın Müceddidi
BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ