BEŞİNCİ HÜCCET-İ İMANİYE



(İSM-İ A'ZAMIN ALTI NURUNDAN


ÜÇÜNCÜ NURUNA İŞARET EDEN ÜÇÜNCÜ NÜKTE)



اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ


[âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A'zam veya İsm-i A'zamın altı nurundan bir nuru olan "İSM-İ HAKEM"in bir cilvesi Ramazan-ı Şerifte görüldü. Ona yalnız bir işaret olarak "Beş Nokta" dan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı; müsvedde halinde kaldı.]

Üçüncü Nüktenin Birinci Noktası : Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi: İsm-i Hakem'in tecellî-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki, her sahifesinde yüzer kitab yazılmış.. ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş.. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki, o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade Kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki: Bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde; kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet, bu kitab-ı kebîrin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitablar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü; yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelâlin medh ü senasına dair mânidar fıkralardır. Gûya çiçek açmış her ağaç gibi o ağaç dahi Nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

Hem gûya Hakîm-i Zülcelâl, zemînin meşherinde teşhir ettiği antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.


(Sh:Asâ.162)

Hem gûya o Sultan-ı Ezelînin o ağaca verdiği murassa' hediye ve nişanları ve formaları hususî bayramı ve resm-i küşadı olan baharda padişahın nazarına arzetmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, mânidar bir şekil almış; ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki: Herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve diller ile, Nakkaşının vücuduna ve esmâsına şehadet ederler. Meselâ: Herbir çiçekte herbir meyvede bir mizan var. Ve o mîzan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde; ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san'at içinde.. ve o zînet ve san'at, mânidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâle işaretler ediyor. Ve bu bir kelime olan bu ağaçda, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hâkezâ, buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilvesiyle yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu'cize hükmüne getirilmiştir ki: Bütün esbab toplansa bir noktasının nazîrini getiremezler; muâraza edemezler. Evet bu Kur'an-ı azîm-i kâinatın herbir âyet-i tekvîniyesi, o âyetin noktaları ve hurûfu adedince mu'cizeler gösterdiklerinden, elbette serseri tesadüf, kör kuvvet; gayesiz, mîzansız şuursuz tabiat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mîzana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihetle intizamsızlık müşahede olunmuyor.

Üçüncü Nüktenin İkinci Noktası: "İki Mes'ele" dir.

Birinci Mes'ele: Onuncu Söz'de beyan edildiği gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek ve teşhir etmek istemesi; en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki: Bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın her bir sahifesiyle ve herbir satıriyle hattâ harfleri ve noktalariyle kendini tanıttırmak.. ve kemâlâtını bildirmek.. ve cemalini göstermek.. ve kendisini sevdirmek için en cüz'iden en küllîye kadar herbir mevcûdun müteaddit lisanlariyle cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelâl-i Vel-cemâl sana karşı kendisini herbir mahlûkıyle böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen O'nun tanıttırmasına karşı îmanla tanımazsan ve O'nun sevdirmesine mukabil ubûdiyetinle kendini O'na sevdirmezsen ne derece hadsiz muzâaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!.

İkinci Noktanın İkinci Mes'elesi: Bu Kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîmi-


(Sh:Asâ.163)

nin mülkünde iştirâk yeri yoktur. Çünki: Herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünki: Müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vâli, bir köyde iki müdür bulunsa; o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki: Hâkimiyetin en esaslı hâssası, elbette istiklâl ve infirad'dır. Demek intizam, vahdeti; ve hâkimiyet, infiradı iktiza eder. Mâdem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse elbette derece-i Rubûbiyyette hakikî bir hâkimiyyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak'da; bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı intizam bozulacaktı.

Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki: Bir çekirdeği halketmek için bir ağacı halkedebilir bir kuvvet lâzımdır. Ve bir ağacı halketmek için de kâinatı halkedebilir bir kudret gerektir...Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünki o, onun nümûnesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmiyen iki Rubûbiyyet, bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhâlâtın ve bâtıl hayâlâtın en mânasız ve en uzak bir muhâlidir. Koca kâinatın umum ahvâl ve keyfiyatını mîzan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlakın aczini, hattâ bir çekirdekte dahi iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilâf, bir hatâ, bir yalan olduğunu.. ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bilاَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى اْلاِيمَان de.

Üçüncü Nokta: Sâni-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîmiyle, bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insânîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezâhür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasiyle İsm-i Hakîmin cilvesi parlak bir surette görünüyor.

Ve şuur-u insanî vasıtasiyle keşfolunun yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevi'de bir cilvesini târif ediyor.

Meselâ, Tıb Fenninden sual olsa: "Bu kâinat nedir?" Elbette diyecek ki: "Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahâne-i kübradır. İçinde her ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir."


Fenn-i Kimya'dan sorulsa: "Bu Küre-i Arz nedir?" Diyecek:
"Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir."


(Sh:Asâ.164)

Fenn-i Makine diyecek: "Hiçbir kusuru olmayan gayet mükemmel bir fabrikadır."

Fenn-i Ziraat diyecek: "Nihayet derecede mahsûldar, her nevi' hubûbu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir."

Fenn-i Ticaret diyecek: "Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san'atlı bir dükkândır."

Fenn-i İâşe diyecek: "Gayet muntazam, bütün erzakın envâını câmi bir anbardır."

Fenn-i Rızık diyecek: "Yüzbinler leziz taamlar beraber, kemâl-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbânî ve bir kazan-ı Rahmânîdir."

Fenn-i Askeriye diyecek ki: "Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları.. ayrı ayrı libasları, silâhları.. ayrı ayrı talimatları, terhisatları; kemâl-i intizamla hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak, birtek Kumandan-ı A'zamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor."

Ve fenn-i Elektrikten sorulsa, elbette diyecek: "Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mîzanlı hadsiz elektrik lâmbalariyle tezyin edilmiştir. Fakat o kadar hârika bir intizam ve mîzan iledir ki: Başta Güneş olarak, Küre-i Arzdan bin defa büyük o semavî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor?.. Neden tükenmiyor?.. Neden, yanmak muvazenesi bozulmuyor?.. Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşıyan Güneşi (Hâşiye) kömürsüz, yağsız yandıran; söndürmiyen Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetine, kudretine bak.. "Sübhânallah" de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı ededince "Mâşâallah, Bârekâllah, Lâilâhe İllâ hû" söyle.

Demek bu semâvî lâmbalarda gayet hârika bir intizam var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Gûya o pek büyük ve pek çok kitle-i nâriyelerin ve gayet çok kanâdîl-i nûrîyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Ce-
______________

(Hâşiye) : Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahut lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesabedilsin. Her gün yanması için -Kozmoğrafyanın sözüne bakılsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün; onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelâlin haşmetine, hikmetine kudretine, Güneşin zerreleri adedince "SÜBHÂNALLAH, MÂŞÂALLAH, BÂREKÂLLAH" DE.

(Sh:Asâ.165)

hennemdir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası, daîmi bir Cennettir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilve-i âzamiyle, intizamla yanmakları devam ediyor. Ve hâkezâ..

Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat'i şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o hârika ve ihâtalı hikmetle, mecmû-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir.

Ve mâlum ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşîet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtarı, bir Sâni-i Hakîmi bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acîb bir cehalet ve dîvanelik olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa, o da bu inkârdır. Çünki: Kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde, O'nu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki: Ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâiler, en akıllılarıdır. Çünki: Kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlik'ına inanmamak, kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar; kendilerini de inkâr ettiler. "Hiçbir şey yok" diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.

Dördüncü Nokta: Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi: Bir Sâni-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta,bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harap olmasiyle takip ettiği hadsiz hikmetleri zâyi etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği; ve bir Hakîm-i Mutlak, kemâl-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde, dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masârifini yapmakla kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifâne bir sefâhet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de: Bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm Kıyâmeti getirmemekle ve Haşri yapmamakla, bütün had ve hesaba gelmiyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri; mânasız, abes, boş, faidesiz zâyi etmesi, o Kadîr-i Mut-


(Sh:Asâ.166)

lak'ın kemâl-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi: O Hakîm-i Mutlak'ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faidesizliği; ve o Rahîm-i Mutlak'ın Cemâl-i Rahmetine nihayetsiz çirkinliği; ve o Âdil-i Mutlak'ın kemal'i adâletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdetâ, kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adâleti, inkâr etmektir. Bu ise, en acib bir muhâldir ki: Hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur. Ehl-i dalâlet gelsin, baksın, gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete îman ise, Cennet gibi güzel ve nûranî bir yol olduğunu bilsin, îmana girsin.

Beşinci Nokta: "İki Mes'ele"dir.

Birinci Mes'ele: Sâni-i Zülcelâl, İsm-i Hakîm'in muktezasiyle, herşeyde en hafif sûreti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm'in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esâsıdır.

Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat hareket ettiğini bil. كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَتُسْرِفُوا âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!..

İkinci Mes'ele: İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet mâdem gayet mânidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemâl, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder ve gayet kemalde bir san'at teşhirci bir dellâl ister; elbette herbir harfinde yüzer mânalar, hikmetler bulunan bu Kitab-ı Kebîr-i Kâinatın muhatabı olan nev'-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek..belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyyenin zuhuruna, belki husûlüne vesile olacak..ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemâl-i san'atını, cemal-i esmâsını bildirecek; âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı Rubûbiyyete karşı geniş bir ubûdiyet ile mukabele edip, ber ve bahri cezbeye getirecek. Semâvat ve Arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san'atların sâniine çevirecek.. ve kudsî dersler ve tâlimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek


(Sh:Asâ.167)

bir Kur'an-ı Azîmüşşânla, o Sâni-i Hakem-i Hakîm'in makasıd-ı İlâhiyyesini en güzel bir surette gösterecek..ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezâhürat-ı cemâliyye ve celâliyyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir Zât, Güneşin vücudu gibi bu kaînata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Öyle ise: Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, Risalet-i Ahmedîye'yi (A.S.M) istilzam eder.

Evet nasılki: İsm-i Hakîm'in cilve-i âzamı ile âzami derecede Risalet-i Ahmediye'yi iktiza ediyor; öyle de: Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahman, Râhîm, Vedûd, Mün'im, Kerîm, Cemîl, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede ve mertebe-i kat'iyette Risalet-i Ahmediye'yi (A.S.M) istilzam ederler.

Meselâ: İsm-i Rahîm'in cilvesi olan rahmet-i vâsia, O Rahmeten lil âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûd'un cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, O Habîb-i Rabbü'l -Âlemin ile netice verir, mukabele görür. Ve ism-i Cemîl'in bir cilvesi olan bütün cemaller, yâni cemâl-i Zât, cemâl-i Esmâ, cemâl-i San'at, cemâl-i masnuat dahi, O Âyine-i Ahmediye'de görülür, gösterilir. Ve haşmet-i Rubûbiyyet ve saltanat-ı Ulûhiyyetin cilveleri dahi, O dellâl-ı saltanat-ı Rubûbiyyet olan Zât-ı Ahmediye'nin Risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkezâ... Bu misaller gibi ekser esmâ-i hüsnânın herbiri Risalet-i Ahmediye'ye birer parlak bürhandır.

E l h â s ı l: Mâdem, kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, zînetleri, ışıkları, ziyaları, san'atları, hayatları, râbıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mîzan, zînet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Mâdem o sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsûfu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan Rehber-i Ekber, Muallim-i Ekmel ve Dellâl-ı A'zam ve Tılsım-ı Kâinatın Keşşafı ve Âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmiz. Âlem-i hakikatın ve hakikat-ı kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.


عَلَيْهِ وَعَلى اَلِهِ وَصَحْبِهِ الصًّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ اْلاَيَّامِ وَذَرَّاتِ اْلاَنَامِ


سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ


* * *