Kimler mistisizm peşinde koşuyor?
İbni Haldun’un; “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden daha fazla benzer” diye bir sözü vardır. Bu söz geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir aslında…
Her ne kadar biz hayat tarzımızın zahirine bakarak, “Artık insanlık yeni bir devre girdi, modern çağda her şey yepyeni” diye düşünerek, bambaşka zannetsek de hiç de öyle değil… Gerçekten de geçmiş çağlarda meydana gelen hadiseler, günümüzde de yeni kılıklara bürünerek tekrarlanmaktadır.
Mesela, görünüşe göre hayatımızda internet gibi yepyeni bir iletişim vasıtası var öyle değil mi? Ama internete girince bakalım ne göreceksiniz. Ne göreceğinizi size söyleyeyim, geçen gün araştırma yaparken bir harfi yanlış yazmıştım ki birden karşıma bir sürü, medyum, falcı, büyücü adresi çıktı.
Tarihin her döneminde insanlar, sinsice arzuları ve başa çıkamadıkları ihtirasları sebebiyle, böyle çirkin işlerle meşgul oldular. Günümüzde de değişen hiçbir şey yok. Hatta aynen geçmiş çağlarda olduğu gibi günümüzde de bu meşgalelere en fazla meraklı olanların, toplumun en cahil, en yoksul, en zavallı kesimi değil; aksine oldukça kültürlü ve varlıklı kesimi olduğunu görebilirsiniz.
Nasıl ki Eski Roma’da halk, Hz. İsa’nın getirdiği dine inanırken, toplumun zengin tabakası, antik çağların büyü ve kehanet yöntemleriyle meşgul oluyor idiyse günümüzde de aynen öyle…
Bugün de gerek dünyada, gerek ülkemizde, halk kesimi peygamberlerin getirdiği akaide iman ederken, zengin ve güçlü kişiler, güçlerine güç katacak kehanet ve büyülerin peşinde...
Zaten bu gibi uğraşlarla meşgul olanların çoğu, kendini halktan üstün gören, onlarla aynı dine inanmayı, aynı ibadetleri ifa etmeyi kendine yakıştıramayan, bilgiç, mağrur ve kendine hayran kişiler. Bunlarda dikkat çeken özellik, meraklı, çok okuyan, araştıran, geniş bir malumata sahip kişiler olmaları. Bir başka özellikleri de bilgiyi güç için bir araç olarak görmeleri… Bu sebeple de ruha ve metafizik âleme dair bilgilere de iman etmeyi değil, sahip olmayı ve sahip oldukları bilgiyle güç elde etmeyi istiyorlar.
Bunların bir kısmı oldukça akıllı ve bilgili kişilerdirler de… Hatta konuşup tartışacak olursanız, size Kur’an-ı Kerim’den ayetler, Hz. Mevlana’dan beyitler okurlar. Ancak ne yazık ki kendi fikirlerini besleyecek kısımlarını okur, görüşlerini tasdik edecek şekilde, aradan cımbızlayarak ve çarpıtarak yorumlarlar. Sufilerin bir iki satırlık sözünü veya manası kapalı bir şiiri, çarpıtarak kendi inançlarını destekliyormuş gibi göstermeye kalkışırlar.
Hatta Kur’an-ı Kerim’deki 4 bin küsur ayetten, sadece birkaçını seçer ve onlarla güya reenkarnasyonu ispat ettiklerini ileri sürerler. Onlara apaçık bir şekilde ahiret gününden, cennet ve cehennemden bahseden ayetleri okursanız; duymazdan gelir, yüz çevirirler.
Batıla meyil ve batılcılık merakı
Bu kesimleri, saplandıkları itikattan kurtarmak çok zordur. Çünkü onlar bu itikatları, kendilerini beğenmek, halktan üstün görmek ve nefislerinin kibrini beslemek için benimsemektedirler.
Genellikle bu kişiler kendilerini seçilmiş, üstün bir insan, başkalarının inandığı şeylere inanmayacak kadar akıllı kişi olarak görürler. Reenkarnasyon inancını da bu amaçla kullandıkları görülür. Bu kişiler, “Önceki hayatlarında” fevkalade bir şahsiyettirler.
Mesela, “Tibet’teki bir manastırda yüksek derecelere ermiş ve insanları aydınlatmak için tekrar yeryüzüne inmeyi seçmiş ulu ruhlar”dır haşa... Bazen de “uzaylılar tarafından insanoğluna gönderilmiş bir elçi”dirler…
Zaten bu inanç akımlarında, modern insanın nefsini şımartan köksüz, boş inançlar çoktur. İşte bu inançlar, kendine hakiki bir kıymet edinmek yerine, uydurma bir değer ittihaz etmek isteyenlere fırsat tanır.
Mesela bu gruplarda, “Ben indigoyum; oğlum kristal çocuk” diyen tiplere rastlayabilirsiniz. İddiaya göre “indigo” demek, defalarca dünyaya gelip gitmiş, tecrübeli ruh demekmiş. “İndigo çocuklar” dünyaya özel bir görevle gönderiliyormuş.
Biraz araştırdığınızda aslında “indigo” dedikleri çocukların temel özelliğinin geçimsizlik, uyumsuzluk, kural tanımazlık gibi pek de hoş olmayan huylar olduğunu görebiliyorsunuz. Anlıyorsunuz ki bir takım insanlar, kendilerinde veya çocuklarında mevcut bulunan şımarıklığı “üstünlükmüş” gibi görmek için bu boş inançlara saplanıyorlar.
Aldatmakla para kazanıyorlar
Ne yazık ki modern insanın ruh hali de binlerce yıl önceki antik çağ insanından farklı değil. Hatta binlerce yıl önceki atalarıyla aynı tekniklerden medet umuyorlar. Dünya hayatında tam bir mutluluk ve tatmine erişmek için çare aramaya çalışıyorlar. Akılcı yöntemler ve maddi bilimlerin teknikleri yeterince cevap veremediği zaman, şifacılığa veya büyüye benzer, mistik tekniklere yöneliyorlar.
Bu kesime baktığınızda eşinden boşanmış, hiç evlenmemiş yahut başından çeşitli hadiseler geçmiş, yalnız, mutsuz kişilerin çoğunlukta olduğunu görüyorsunuz. Ekseriyetle, içlerinde hissettikleri boşluğu dolduracak bir manevi bir arayış içinde oldukları için birilerine bağlanmaya ve ne derse inanmaya son derece yatkın oluyorlar. İşte, onların bu halini kullanarak menfaat sağlamayı meslek haline getirenler, işlerini sahte bir itikatla birleştirerek, adeta bir sektöre dönüştürüyorlar.
Bu işler için açılmış merkezlerden birine giderseniz, size kendi usullerince teşhis koyuyorlar: “Senin çakraların tıkanmış, vücudunda enerji dolaşamıyor, bu yüzden hastalık veya psikolojik rahatsızlıklar hissediyorsun” veya “Doğduğun sırada yükselen burcunda bulunan yıldızın açıları senin talihsizliklerinin sebebi…” diyerek aldatıyorlar.
Bazen de kişinin dertlerinin kaynağının, “Geçmiş hayatların karması” olduğunu ileri sürüyorlar. Bunun için de yine, hipnoz seanslarında telkinlerde bulunarak şahsa, güya geçmiş hayatını hatırlatıyorlar.
Sonra da, “Sen geçmiş hayatında şöyle şöyle şeyler yaşamışsın, onların bilinçaltında biriken kalıntıları, senin bu hayatını etkiliyor. Bunlardan kurtulman için düzenli olarak bize gelmelisin. Seninle çalışmalar yapacağız, birkaç seanstan sonra hayatın düzelecek…” diyorlar. Ve daha birçok buna benzer bir takım sözde teşhisler ortaya koyarak, insanların zihnine soru işaretleri bırakıyorlar. Ondan sonra, insanlar bu dertlerinden kurtulmak umuduyla, çare aramaya başlıyorlar.
Artık insanlar “Neden evliliklerimde hep mutsuzluk yaşadım?” sorusunun cevabını, kendi nefsinde veya güzel ahlaklı bir eş seçme hususunda yaptığı hatada aramıyor da hiçbir şekilde güç yetiremeyeceği bir takım sebeplere suçu yüklüyor. Elbette bu arayışlara girmenin en büyük sebebi, çoğu zaman, insanların gerçek problemle, yani kendi nefsiyle yüzleşmekten kaçınması…
İnsanların çoğu, kendi nefsinin hatasını kabullense kolaylıkla çözebileceği halde, sorunları çözmek için başkalarına terapi, seans veya şifa ücreti ödüyor. Ne yazık ki bu çalışmalar, hiçbir dertlerini çözmediği gibi yeni yeni dertlere kaynaklık ediyor. Çünkü bu inançlar, kişinin yaralarına merhem koymak bir yana, en küçük bir yarayı bile deşip kanatarak büyütüyor.
İnsanoğlu kendisine güzel bir gaye edinip onun için çabalayıp dursa manen tatmin olur ve ufak tefek dertleri gözünde küçülür. Hem insan maneviyata olan kabiliyetini değerlendirip ruhi bakımdan inkişaf edince, dünyevi eksikliklerden ötürü o kadar da acı hissetmez olur. Ancak bu, “inanç-terapi” merkezlerinde (!) tam tersi yapılmakta.
Dert birken bin oluyor
Bu merkezlere gelen insanlar, kendilerini dinleyip durdukça dertlerini gözünde büyütmekte, doymak bilmeyen nefsinin şikâyetlerine kulak verdikçe üzerlerindeki nimetleri değil, ufak tefek eksiklikleri görüyorlar. Sonra da; “Ben neden hastayım?”, “Neden yalnızım, mutsuzum?”, “Neden daha başarılı, daha meşhur, daha popüler değilim?” diye sorgulayarak, acılarını iyice derinleştiriyorlar.
Nasıl ki bir sivilce, devamlı surette koparılıp kanatılırsa hiçbir zaman iyileşemez, hatta çıbana dönüşebilir. Bunun gibi ufak tefek meseleleri kanatıp durmak da derdi büyütüyor, kronikleşmesine sebep oluyor. Dahası kişinin derdi birken bin oluyor; ibret veren bir hatıra olarak kalıp gidebilecek hadiseler, ruhunda yara açan, zihninde saplantılar meydana getiren büyük bir sarsıntı kaynağına dönüşüyor.
İnsanların çoğu bu merkezlere gidip astrologlara danışarak, medyumlara seans yaptırarak rahatlamıyor, bilakis onların sözleri, insanların kendinde sıkışıp kalmasına sebep oluyor.
Hâlbuki insanlık tarihinde birçok büyük insanın, peygamberlerin, evliyaların, âlimlerin, dünya ve ahiret sultanlarının hayatına baktığımızda, onların da acılarla dolu yıllar geçirdiğini görüyoruz. Demek ki sıkıntı çekmek, insanın büyük bir şahsiyet olmasını engellemiyor, belki tam tersine kişiyi olgunlaştırıyor.
İslam’ı bilmiyorlar, Müslümanları da..!
Elbette, bu inanç akımlarına kapılanların hepsi kibirli veya kendini düşünen insanlar değil. Aslında bu inanç çevrelerindeki pek çok insan, dünyanın gidişatından dolayı endişe duyan, akıllı, ileri görüşlü kişiler.
Aşırı maddiyatçılığın sebep olduğu çevre felaketlerine, tabiatın yok olmasına üzülüyorlar. İnsanların sırf dünya hırsıyla hareket ederek, hem mutsuz olduklarını hem de başkalarının mutsuzluğuna sebep olduklarını görüyorlar. Bunlara bir çare arıyorlar. Hatta çarenin ancak ve ancak maneviyatta olduğunu da anlayabiliyorlar. Ancak, ne yazık ki İslam medeniyetinin fetret devrini yaşadığımız bu asırda çözümün İslam tasavvufunda olabileceğini düşünemiyorlar.
Aslında bu akıllı ve kültürlü insanlara, İslam tasavvufunu anlatamadığımız ve sevdirerek benimsetemediğimiz için kendimizi de hesaba çekmemiz gerekiyor.
Bu insanların kendi dinlerini küçük görmemeleri için dinimizi güzelce hayata geçirip doğru temsil etmemiz gerekiyor. Çünkü bu kesimler, Müslümanlarda gördükleri en ufak bir kusuru dillerine dolayarak, (hâşâ) “dinler bu çağda insanlara yol göstermekte yetersiz kalıyor” diye düşünebiliyorlar. Ne yazık ki İslam ahlakına bürünmeyen, ehli dünyayı taklit edip tasavvufi adap ve incelikten uzak davranışlar sergileyen bazı kardeşlerimiz de onlara aradıkları bahaneyi veriyor.
Şunu da söylemek lazım, bu inanç çevrelerindeki kişilerin çoğu, Müslümanları yeterince tanımıyor. Çoğunun kafalarındaki “Müslüman imajı” bir kısım medyanın çamur atma siyasetinin de etkisiyle oldukça çirkin bir fotoğraf… Karısını çocuklarını döven, sert ve kaba erkekler, cahil bırakılmış, kültür seviyesi düşük, görgüsü bilgisi kıt kadınlar… Hurafelere inanan, yoksul, cahil, dar görüşlü, dünyadan habersiz zavallılar olarak görüyorlar Müslümanları.
Bir internet sitesinde onlardan bir grupla yazıştığım zaman, gördüm ki çoğu Müslümanları tanımıyor veya evine temizliğe gelen yoksul, köy kökenli hanımlar gibi birkaç kişiyle kıyas ederek, çok yanlış tanıyor. Ne zaman ki Müslümanların da okuyan, araştıran, kendi dinlerini de dünyayı da tanıyan insanlar olduğunu görürlerse o zaman saygı duymaya başlıyorlar. Elbette alışkanlıklarından vazgeçmek, nefislerine zor gelen bir hayat tarzına alışmak kolay olmuyor.
Yine bu çevrelerde dikkat çeken bir başka özellik, kendi dindaşlarını tanımadıkları kadar kendi dinlerini de tanımamaları… Bu kesimde İslam’ı çok iyi bildiği halde tatmin olmamış, kendisine başka dinlerde tatmin aramış bir kimseye rastlamıyorsunuz. Aksine, İslam dini hakkında çok az ve çoğu kulaktan dolma, karma karışık bilgi parçalarına sahip olduklarını görüyorsunuz.
Mesela bunların dergilerini okuyorsunuz; yazılardan bazılarında, “Mevlana ne güzel demiş; ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ diye…” gibi satırlara rastlıyorsunuz.
İlginçtir, yazıya yapılan yorumlara baktığınızda da Japonların ritüellerini, Amerikan yerlilerinin takvimlerini, Eski Yunan ilahlarının adlarını ezbere sayan bu kadar insandan birinin bile; “O, Mevlana’nın sözü değildir, ayeti kerimedir” diye uyarmadığına şaşıp kalıyorsunuz. Bu kadar kendi kültürüne, kendi insanına yabancı ve onlara tepeden bakan, görmek istediği gibi gören insanlarla karşılaşmak, gerçekten insanın yüreğini burkuyor. Neden bu insanlara ulaşamadık; zihinlerindeki ön yargıları yıkamadık, diye üzülmemek elde değil.
Öte yandan, her geçen gün, daha fazla kişinin tasavvufa ilgi duyduğunu ve araştırmaya yöneldiğini görmek de ümit verici…
Aslında, samimi ve iyi niyetle hakikati arayan her dürüst insanın karşısına muhakkak bir vesile çıkıyor. İşte, bize de düşen, her türlü imkanı kullanarak, o vesileleri çoğaltmak ve vesile olmaya çabalamak…
HATİCE KÜBRA ERGİN
GÜLİSTAN DERGİSİ