ZÜ'L-CELÂL-İ VE'L-İKRÂM

“Ululuk ve ikram sahibi.”

Celâl: Büyüklük, ululuk, azamet ve şan manasınadır.

Allahü Teâlâ'dan başka büyük yoktur.

“Allahü Ekber = Allah en büyüktür!” diyoruz.

İşte büyüklük nişanesi olan ne kadar kemâlat varsa hepsi Allah'a mahsustur.

Meselâ: Peylgamberi Zîşan efendimiz için “Büyük” veya hükümdarlar ve velîler için büyük dediğimizde, kendileri gibi insanlar, mahluklar içinde büyük demektir.

Yoksa Allahü Teâlâ'ya karşı büyüklük düşünülemez.

Büyüklük, ululuk, azamet hep O'nundur.

Bu sonsuz kemâlâttan, velev bir tek olsun mahlûklarda bulunmak ihtimali yoktur.

Çünkü bütün varlıkların dizgini Allah'ın kudret elindedir.

Kereminin rüzgârı baharlara güller he­diye eder.

Rahmeti bulut olup başımızda dolaşır.

Suyu­muz, rızkımız kendiliğinden ayağımıza gelir.

Yani Allahü Teâlâ gönderir, biz elimizi uzatır alırız.

Şu kadar var ki, şanı pek yüce olan Allah büyüklüğü­nü göstermek, rahmetini sezdirmek, celâlini hissettirmek için, kullarında o kemâlâtın nakışlarını, desenlerini, izleri­ni ve nice nişanelerini yaratmıştır.

Yavuz Sultan Selim Han'ın şahsında celâletin izleri açıkça görülür.

Bu demek değildir ki, büyüklükte, azamet ve ululukta Cenâb-ı Hakk'a ortak olabilsin.

Allah'ın son­suz kudreti ve büyüklüğü, akılları elsiz ayaksız bırakır.

Hâsılı: O Zât-ı Kibriyânın büyüklüğü önünde zatlariyle, sıfatlariyle ve her şeyleri ile bütün mahlûkat hiçtir.

Ceb­rail (a.s.) bile, kendisine tahsis edilen yerden ile­ri bir kıl ucu kadar gidecek olsa mahvolur.

Yani her büyük, Allah'ın yanında küçüktür.

Allahü Teâlâ izin vermedikçe kimse bir şeye mâlik olamaz.

Ve yine Allah'ın karşısında kimse tutunamaz.

Dünyanın en muhkem kale­leri, en modern binaları, çelikten kapıları bir lahzada yere geçer.

Çünkü O azamet ve celâletiyle herşeyi birden helak edecek derecede büyüktür.

Buna zelzeleler en güzel misâldir.

Meselâ: Geçen sene Japonya'da olan zelzele.

Öyle bina­lar, öyle köprüler inşa edilmişti ki, yıkılmasına imkân ve ihtimal yok gözüyle bakılıyordu.

O demir köprüler üç-beş saniye içinde pamuk gibi atıldı ve herşey yere geçti...

insanlar bunu görüyor da “Deprem oldu!” diyorlar.

Ve Allahü Teâlâ'nın azameti karşısında ürpermiyorlar.

Böyle gecenin sabahı olur mu?

Düşünmek gerektir ki, Allah (Azze ve Celle), biz yok iken bize hayat mahşetti ve türlü türlü nimetlerine müstağrak kıldı.

Sadece varlık âlemine biz de gelmiş değiliz.

Herşey yoktan var edildi. Üzerinde hayat sürdüğümüz şu dünya bir zaman yoktu, hatta zaman da mevcut değildi.

İşte zaman suyu bir nefes durmadan ya­ratıldığı andan beri akıp gidiyor.

Tâ ki, kendisine tahsis edilen vakte kadar.

Yani neye mâlik isek hepsi, celâl ve
ikram sahibi rabbimizin bir ihsanıdır.

Ve Allahü Teâlâ soruyor:

“Yeryüzünde olan her canlı fânidir.

Yalnız azamet ve ikram sahibi rabbinizin zâtı bakidir.

O halde rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?” Rahman: 26,27,28.

Şu anda elimizde olan hayat bir nimet, içinde bulun­duğumuz dünya bir nimet, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek birer nimettir.

Yani Allahü Teâlâ'nın nimetlerini saymaya sayılar kâfi gelmez.

İşte O böyle ikram sahibidir.

O zaman şükrümüz, hamdimiz, kulluğumuz hep O'na olmalıdır.

Fanilere gönül bağlayanlar bir avuç nedametle toprağa karışacaklardır.

Çünkü o fanilerin onlara Cennet vermeye kudretleri ol­madığı gibi, cehennemden kurtarmaya da güçleri yoktur.

Sözü bir şiirle noktalayalım:

Sensin ilâh, rab bana,

Yâ Azîz-ü Yâ Celîl.

Verme ızdırab bana,

Yâ Azîz-ü Yâ Celîl!

Can lâlemi har (Har: Diken Nar: Ateş.) etme,

Sen sonumu nar etme,

Bir başkaya yâr etmek,

Yâ Azîz-ü Yâ Celîl!

Rahmetini bol bol ver,

Bize bükülmez kol ver,

Ta cennetine yol ver,

Yâ Azîz-ü Yâ Celîl! Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 279-281.