Huzur... Hep ertelenen hedef!
Bahar gelip yollara düştüğümde.. Gittiğim yerde içtiğim çayı, sesini dinlediğim rüzgârı köşemde anlattığımda...
Kıyıda kendilerini dalgaların kucağına bırakmış ağır ağır sallanan balıkçı teknelerine saatlerce baktığımı söylediğimde...
Diyorsunuz ki, “ohhoo huzuru bulmuşsun!”
Ya da “doğaya dönmenin huzurundan” söz edenler de var aranızda, sanki varsa eğer böyle bir dönüş, modern şehirli insan için iki gezi, üç tatille mümkün olabilirmiş gibi!
***
Ben bu “durup bakma” ayinlerimden; bu gerçekte kendimi dinlemeye odaklanmış minik yolculuklarımdan keyif alıyorum. Doğru!
Bir yandan gaz pedalına basarken bir yandan da hayatımı “yavaşlatmayı” becermeye çalışıyorum. Doğru!
Alttan alta İstanbul’daki dünyamdan kaçıyorum böylece. O da doğru!
Ama bunların huzur denen şeyle doğrudan bir ilgisi yok, olamaz.
Huzur... Bir yerden kaçıp bir yere tutunarak yakalanmaz ki!
Hatta huzurun “yakalanan” bir şey olduğundan hiç emin değilim!
Eğer binlerce yıllık insanlık tecrübesinden, geleneklerden, bilge kişilerden azıcık bir şey öğrenmişsek eğer, o da şu değil mi?
Huzur... Yakalanan değil, “yaşanan” bir şey.
Huzur aynanın yüzü değil, sırrı...
Demek istediğim o ki, huzurun tarifi değişebilir.
Ama hissi itiraf edelim ki herkes için aynıdır.
Ve o his bize şunu söyler: Huzur bir başka yerde, bir başka zamanda beklemez bizi; BURADA, BU AN’dadır, yaşanırsa böyle yaşanır.
Ama çevreme baktığımda şunu görüyorum.
Huzur günümüzde sürekli ertelenen bir hedef haline gelmiş...
Bu hatanın; yani “huzur” denen şeyi zamanı ve sırası gelince elde edilecek bir “başarı” gibi değerlendirmenin bedelini nasıl ödediğimize gelince...
Çok açık!
Ölüm, modern insana hep “huzur” dan önce geliyor!
alıntı
hatice kapudere