insandan itibaren şeytanla insanın mücadelesi başlamış ve devam ediyor. Peygamberimizin sünnetine uymakla günümüz insanı mukavemet kazanıyor..Sünnet-i Seniyye, bu zamanın insanı için, şeytanın amansız saldırılarına, günlük hayatta karşılaşılan her türlü kötülük ve günahlardan korunmaya yarayan bir siper, sığınacagımız bir kale hükmündedir.
Çünkü, şeytanla insanın mücadelesi nasıl ilk insandan itibaren başlamış ve halen devam ediyorsa, bir çok insan maalesef şeytanla olan mücadelesini ya daha işin başında veya fazla mukavemet göstermeden kaybediyorsa, bizlerin de her an bu ezelî düşmanımıza karşı her an yenik düşmemiz mümkündür. Ancak, sağlam silahlarla ona karşı koyarsak, kendimize sağlam ve güvenilir sığınaklar bulursak durum farklı olur. İste, insanlığın bu büyük düşmanna karşı mücadelede en emin sığınağı, siperi ve kalesi sünnetlerdir, hayati sünnetlerle donatmaktır.
İns ve cin seytanlarının müslümanların kalplerinde açtıkları manevi yaraları iyileştirecek en şifali ilaç yine Sünnet-i Seniyyedir. Çünkü, işlenilen her bir günah, imani konularda kafamızda yer eden her bir şüphe, kalp ve ruhumuzda derin yaralar açar. Bizim bu yaralarımız, pek uzun olan ebedî hayatimizi tehdit etmektedir. Günahlardan gelen manevî yaralar ve bu yaralardan doğan bazı şüpheler zamanla -Allah korusun- imanın mahalli ve yeri olan kalbin içine bir kurt gibi işler. Kalbi kap kara siyahlatır; tâ ki iman nurunu tamamen söndürünceye kadar devam eder. Iste, böyle elim hallerin, ağır manevî hastalıkların en etkili ilacı Sünnet-i Seniyyedir.
Sünnet-i Seniyye bir yıldızdır; kalpteki imani zedeleyen her türlü vesvese, vehim ve süphe karanlığı içinde bir çıkıs yolu arayan insanlara bir aydınlık, bir ışık kaynağıdır.
Her bir Sünnet, zifiri karanlik dalâlet ve inançsizlik yollarini aydinlatan bir günestir. O çetin yollarda bir insan zerre kadar dahi olsa o sünnetten ayrilacak, yüz çevirecek olursa, seytanlara oyuncak olur.
Her bir sünnet, yüceler yücesinden, yeryüzüne, biz insanlara uzanan birer manevî halatı andırır. Onlara sarilan, birakmayan yükselir; maddi ve manevî zevklere, saadetlere nail olur. Onu terkedip, kendisine olan yersiz bir güvenle, yine yücelere çikma sevdasinda ve iddiasinda olanlar ise, göge merdiven dayayip yildizlara ulasmaya çalisanin ahmaklik derecesine düser.
Sünnet-i Seniyye bir rehberdir; bizleri dogrudan ve en güvenilir yollarla Kur'an'a götürür.
Sünnet-i Seniyye öyle genis bir dairedir ki, oraya dahil olanlar hem dünya sikintilarindan, hem ahiret azâbintan kurtulur.
Sünnet-i Seniyye, öyle bir terazidir ki, müslümanlar amellerini, söz ve fiillerini, hatta niyet ve arzularini o hassas terazide tartarak gerçek manada kul olmanin yolunu aralarlar.
Bizzat Kur'an-i Kerim tarafindan "Rahmeten lil-âlemîn", yani "Âlemlere rahmet" olarak isimlendirilen Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmin sünneti, Ilahî rahmet hazinelerinin manevî bir anahtaridir.
Sünnet-i Seniyyenin hükümleri içinde Cenab-i Hakk'in en güzel isimleri olarak ifade edilen Esmâ-i Hüsnânin cilveleri, akisleri ve hisseleri vardir.
Ahir zamanda gelecegi bizzat hadis-i seriflerle haber verilen Mehdî'nin en önemli görevlerinden birisi de, Deccal isimli sahsin Islam aleyhindeki bir çok tahripkar icraatlarini, bid'atlarla dolu uygulamalarini, Sünnet-i Seniyyenin yeniden ihya edilmesi yoluyla tamir etmektir. Yani Islam aleminde, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberligini ve onun tarafindan getirilen hükümleri inkar niyetiyle Islam dinini tahribe çalisan "Süfyan komitesi", Hz. Mehdî'nin Sünnet-i Seniyyeyi en etkili bir vasita olarak kullanmasi suretiyle tamamen dagitilacaktir.
Imam-i Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.) der ki:
"Ben ruhanî alemlerde seyrederken ve manevi mertebeler kat'ederken gördüm ki; Evliyâ tabakalari içinde en parlagi, en hasmetlisi, en lezzetlisi, en güvenlisi Sünnet-i Seniyyeye uymayi tarikatinin temeli olarak kabul edenlerdir. Hatta o tabakanin en siradan ve âmi evliyalari, sair tabakalarin en has ve üstün velilerinden daha muhtesem görünüyorlardi."
Hakikaten bu büyük zât çok dogru görmüs ve söylemistir. Zira "Habibullah" olarak vasfedilen bir büyük Resûlün gittigi yolun tasi-topragi dahi bir deger ifade eder. Bir insanin ulasabilecegi en üst mertebelere çikmis birisi olarak Hz. Nebî'nin (a.s.m.) manevî gölgesi altinda giden bir kimsenin varacagi son nokta ise elbette, bütün hak tariklerin, mesreb ve mesleklerin ortak hedefi olan "Mahbûbiyet Makami" olacaktir.
O halde denilebilir ki, velâyet yollari içinde en güzel, en istikametli, en parlak, en zengin ve en güvenilir yol Sünnet-i Seniyye yoludur. Sik sik ifade ettigimiz gibi, Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak suretiyle insan, en siradan davranislarini dahi ibadet hükmüne geçirebilir.
Iste bu birra binaen, tarikat ve tasavvuf ehlinin önde gelenleri, hakikate ulasmak isteyen büyük sahsiyetler, manevî mertebeler kaydettikçe, Sünnet-i Seniyyeye daha bir istiyakla sarilmislar, en küçük bir hareketini dahi büyük bir askla yerine getirmislerdir. Çünkü, herseyden önce Sünnetin her bir dali, basit ve siradan dahi olsa vahyin birer uzantisi hükmündedir. Tarikat ve tasavvufta ise büyük ölçüde kalbe gelen ilhamlara dayanilmaktadir. Nasil ki vahiy ilhamdan kiyaslanmayacak kadar üstün ise, Sünnet-i Seniyye de, ilhama dayali tarikat evradina, zikirlerine ve kurallarina nisbetle o ölçüde üstündür. Bu sebeple, Islamin özüne uygun bütün tarikatlerde ve tasavvuf erbabi arasinda, Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak en büyük maksatlardan birisi olarak degerlendirilmistir. Evliyanin bir çok önde geleni, Sadi-i Sirâzî'nin su hükmünde birlesmislerdir;
"Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in caddesinden hariç ve onun arkasindan gitmeyen muhaldir ki, hakikî envâr-i hakikate (hakikat nurlarina) vâsil olabilsin."
Bu gerçegi Bediüzzaman, yine kolay bir mantik örgüsü içinde söyle ifade etmistir;
"Madem Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiyâdir (peygamberlerin en sonuncusudur) ve umum nev-i beser (insanlik) namina muhatab-i Ilahîdir (Ilahî vahye muhataptir). Elbette nev-i beser onun caddesi haricinde gidemez; ve bayragi altinda bulunmak zarûridir."
Mantiken düsündügümüzde dahi, Sünnet çerçevesi içinde yer alan en siradan davranislarin dahi niçin hadde-hesaba gelmez bir kiymete sahip oldugunu anlayabiliriz. Söyle ki; Madem ki, bizler birer kuluz. Vazifemiz ise, bizi yaratan yüce Yaraticiya gerçek manada kul olabilmektir. Bu vazifeyi yerine getirip, esas menzile ve hedefe ulasabilmenin yollarini arayip bulma durumundayiz. Hatta bu konuda, hiç bir peygamber, hiçbir elçi ve rehber gönderilmemis olsaydi dahi, yine insan olarak belli bir mesafe almamiz gerekecekti. Ama Rabbimiz o essiz rahmeti ve merhameti ile bizlere elçiler, rehberler ve örnekler göndermis. Özellikle de bütün insanliga en son peygamber olarak Efendimiz'i (a.s.m.) göndermis. Böyle bir durumda, basta belirttigimiz kulluk görevini eksiksiz ve aksatmadan yerine getirebilmek için fazla bir zorlugu düsmenin imkani kalmamaktadir. Ilahî rizâya ulasabilmenin en kolay ve en kestirme yolu bize gönderilen bu elçiyi hayatimizin her aninda ve kesiminde taklit etmek, kisacasi Onun gibi kul olabilmektir. Madem ki O öyle davranmistir, bizim için öyle davranmada hiçbir sakinca yoktur. Tam tersine Ona tabi olmakla dünya ve ahiret mutlulugunun kapilari önümüze açilacaktir. Eger böyle bir örnegimiz olmasaydi, bütün sorumluluk bizlere düsecek, kendimizce buldugumuz yollar ve gerçeklestirdigimiz uygulamalarin ne derece isabetli oldugu, hangi seviyede Ilahî rizaya uydugu süpheli olacakti. Iste bu hakikati Bediüzzaman, bizzat kendi yasadigi manevi bir hali örnek vererek söyle açikliyor;
"...Ne zaman Sünnet-i Seniyyeye ittiba ettikçe, benim bütün agirliklarini aliyor gibi bir hiffet (hafiflik) buluyordum.Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, ?Acaba böyle hareket hak midir, maslahat midir' diye endiselerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakiyarduk tazyikat çok. Nereye gittikleri anlasilmayan çok yollar var. Yük agir, ben de gayet acizim. Nazarim da kisa, yol da zulümatli (karanlik). Ne vakit Sünnete yapissam yol aydinlasiyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafiflesiyor, tazyikat (baski) kalkiyor gibi bir halet hissediyordum..."
Bir baska risalesinde Bediüzzaman, Sünnet-i Seniyye'nin kiymetini su ifadelerle dile getirir:
"Evet, Seriat-i Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiç bir mesele yoktur ki, müteaddit (çesitli) hikmetleri bulunmasin. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu davanin ispatina da hazirim. Hem simdiye kadar yazilan yetmis seksen Risâle-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Seriat-i Muhammediyenin (a.s.m.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduguna yetmis seksen sahid-i sadik hükmüne geçmistir. Eger bu mevzua dair iktidar olsa, yazilsa, yetmis degil, belki yedi bin risale, o hikmetleri bitiremeyecek."
Dr. Veli SIRIM