İki iyi dosttular. Yedikleri, içtiklerini bir tarafa bırakın; söyledikleri bile ayrı gitmezdi. Kelam ne söylerse, kalem yazardı; kalem ne yazmışsa, kelam onu söylerdi.
Her fani gibi onlarında arasına bir husumet girdi. Aslında çoktandır husumet onlara göz kırpmış, arada bir kulaklarına kötü sözler fısıldıyordu. Kelam ile kalem bu söyleyişlere aldırış etmiyordu. Dostluklarının ezeli ve ebedi olduğu vehmine kapılmışlardı. Vehmin başlı başına bir husumet olduğunun farkına varamadılar. Vehim, husumetin tohumudur. İyi veya kötü denilebilecek bir rengi yoktur. Bilemediler.
Kalem, her şeyi kolayca yazardı. Söz ne kadar güçlü ise kalem de o derece güçlüydü. Allah, tek kelamla şeytana “ İn oradan! Sen kovulmuşlardansın.” Buyurduğu zaman kalem bir çırpıda İblis’in alnına yapışmış, boşluğa mahal bırakmadan hükmü yazmıştı.
Geriye dönüp baktığı zaman hep o anı hatırlar ve ürperirdi. Hayatının en zorlu yazısıydı bu. “İn oradan!”. İblis’in alnına yazıyı yazarken dudaklarına ateş bulaşmış, dili yanmıştı. Hafif peltekliği bu yüzdendi. Bu durum ona tatlı bir söyleyiş kazandırıyordu. En azından en iyi dostu kelam böyle söylüyordu. Bazı kelimeleri yazarken zorlanıyor “ş” leri “s” ye , “r” leri “y” ye dönüştürüveriyordu. Kelam kalemin yazım yanlışlarını yüzüne vurmaz kusuruna bağışlardı.
Aradan yüzyıllar geçti. Ne kalem kelamsız olabildi ne de kelam kalemsiz. Kelam unutulmaktan çok korkardı. Dünyada her şeyden daha kıymetli olan bilinme arzusu benliğini yakıp kavuruyordu. Bu yüzden kalemi canından çok seviyordu. Kalem de, kelam da can bulduğu düşüncesiyle kelamsız bir dünya düşünemiyordu. Zira kalem için dünyada her şeyden daha kıymetli olan şey bilme arzusuydu.
Bilinmek ve bilmek! İşte evrenin yüzyıllardır süren serüveni …
Allah şöyle buyurdu evrene ; “ Beni bilin. Ben, Rabbinizim.” Evrendeki tüm gezegenler, atomlar, hayvanat, nebatat, gördüğümüz duyduğumuz hissettiğimiz her şey hep bir ağızdan bilme ateşiyle ; “ Rabbimiz Sensin. Allah’ım. Allah’ ım. Allah’ ım.” Diyerek baygınlık geçirdiler. Bilmek baş döndürücü bir gerçeklikti. Allah, yarattığı her şeye bu duyguyu bulaştırdı. Herkese kaldırabileceği kadar…
O sahneye kelam ile kalem de şahit oldular. Oradaydılar ikisi de. Sayısız mahluk arasında çaresiz, kimsesiz, yalnız, boynu bükük ayaktaydılar. Oradaki herkes bilinmek ve bilmek arzusuyla yanmaya başlamıştı. O anı çok iyi hatırlıyordu ikisi de. Her yer alev alevdi. Sular yanıyor , kumlar yanıyor, gök yanıyor, toprak yanıyor, kelimeler yanıyor, el yanıyor, ay yanıyor, güneş yanıyor, duman yanıyor, baca yanıyor, kadın yanıyor, erkek yanıyor, gece yanıyor, ahiret yanıyor, dünya yanıyor, İblis yanıyor, Adem yanıyordu. Ne olduysa o an orada oldu.
Bilinmek isteyen ilk İblis olmuştu. Oradaki herkesten her şeyden bin kat daha fazla yanıyordu. Allah, “ Adem’e boyun eğin” diye buyurduğu zaman ona gün doğmuştu. Ateş yavaş yavaş soğumaya başladı. Muradına ermişti çünkü. “ Hayır!” demişti. “ Ben boyun eğmem. Adem’ den üstünüm.” Böylece bilinmeyi ilk seçenlerden oldu. Hem de korkunç bir kibirle. Bilinme isteminin kibirle eşlenmesinin ateşi susturamayacağını bilemedi.
O anda kalabalık arasından tarifsiz bir hızla kalabalığı yararak çıka gelen lanet, İblisin boynuna atıldı. “ Seni bildim” dedi lanet. Birbirlerini ilk bulanlar lanet ve İblis oldu böylece.
Herkes ve her şey bir dost bulma telaşıyla sağa sola koşuştururken göz gözü görmez bir duman yükselip göğü buldu.Sular dalgalanarak kıyıya vurdu. Bitkiler kendisini toprağın koynuna attı. Kadın ve erkek birbirine dokundu ve ateşin soğuduğunu fark etti. Her şey ve herkes ikilenmişti. Ortalık durulduğunda geriye yalnızca kelam ile kalem kalmıştı. Alev alev yanan iki ucube. Kimse onları istememişti. Çekingen ve utangaç bakışlarla birbirlerine baktılar. Başlarını öne eğdiler. Her bakışta alevlerin durulduğunu fark ettiler ama yine de birbirlerine yanaşmadılar.
Tüm bunları birlikte hatırlarken iki dost ; “ Hey gidi günler hey! Eğer Allah, “ Sizlerde birbirinizi bilin” diye ferman buyurmasaydı hala bekliyor olacaktık orada” diye şakalaşırlardı.
Allah’ ın kelamıyla, birbirlerine dost olduklarını anladılar.
*****
“ İçimde bir sıkıntı var. Bir türlü söyleyemiyorum. Göğsüm daralıyor, nefes alamıyorum. Bugüne kadar böyle bir şey olmamıştı. Tüm sıkıntıları, sevinçleri, acıları dile getiren ben, bunu dile getiremiyorum.” Dedi kelam. Kalem, kelamın bu söylediklerini aynen yazdı. Kelam susunca kalem yazamadı. Bu bir kanundu ve hiç değişmedi. Başını sayfalarda gezdirdi kalem. Fakat hiçbir şey yazmadı. Satır atladı, sayfa atladı. Atladı, atladı, atladı …
Kelam’ın bu haline çok üzülüyordu. Fakat ne yazabilirdi ki. Bugüne kadar o söylemeden tek bir harf bile yazmamıştı. Kelam sustu, kalem sustu. Kelam hüzünlü gözlerle baktı arkadaşına. “ Ne güzel, ne narin bir dost. Keşke …” düşünmeyi bıraktı. Ağlamak istiyordu, ağladı. Gözyaşlarını kaleme, sayfalara akıttı. Kalemin canı yanıyordu. Sezinlediği bir şeyler vardı. Ama dillendiremiyordu. Arkadaşı uzun bir süredir bu haldeydi. “Acaba ne olmuştu?” Bu sorunun cevabını bilmek için, içi içini yiyordu. Söyleyip de yazmadığı bir şey mi vardı? Gözünden bir şey mi kaçırmıştı? Bunun olabileceğine ihtimal vermiyordu ama içini kemiren kuşkuyla yazdığı tüm yazılara geri döndü; İlk varolduğu güne… Kalemi bildiği güne …
Bir cümle gözüne takıldı. “ Varlığın bana ıstırap veriyor. Acı çekiyorum. Söylenmekten yoruldum.” Kalem, bu cümlede neden durduğunu anlayamamıştı. Bakındı, bakındı, bakındı. Cümleye düşen kurumuş bir damla gözyaşının harfleri dağıtmış olması dikkatini çekmişti.
Hatırlıyordu. Kelam söylenirken bir damla düşmüştü sayfaya. Acaba ağlıyor mu diye başını kaldırıp arkadaşına bakmıştı. Gözleri kızarmış, benzi solmuştu kelamın.
“ Ağlıyor musun yoksa “ diye sordu kalem. “ Hayır. Rüzgardan sanırım. Biraz rahatsızım” deyip meseleyi kapatmıştı. Fazla durmamıştı üzerinde. İnanmıştı.
Yazdıkları üzerinde ilerlemeye devam etti kalem. Bir cümle daha beyninin içinde raksetmeye başladı. “ Allah’ ım, bilinmek ne ağır bir imtihandır, anladım. Canım yanıyor., yüreğim…. Zavallı yüreğim. Ya Rab! Ne olur tut beni.” Kalemin yürek ucu cız etti.
Başka bir cümle. Hayır bir beyit ;
“ Beni candan usandırdı
Cefadan yar usanmaz mı?
Felekler yandı ahımdan
Muradım Şem’i yanmaz mı?”
Bu satırları okuduktan sonra durdu. Beyitte geçen “ ah “ kelimesinin koyu harflerle yazıldığını fark etmişti. Birden anımsadı. Kelam özellikle üzerinde durmuştu; ” Ah”’ ı koyu ve kalın yaz diye.
Başını gayrı ihtiyarı kaldırmış ve arkadaşına bakmıştı kalem. O anda iki dalga; hayır iki şimşek ; hayır iki dünya; hayır, hayır iki evren çarpıştı sanki. Kalem ilk günkü gibi ateşlendi. “ Anladın mı? “ diye sordu kelam. “ Şimdi bilinmek ateşine , bilme ateşi düştü. Seni şimdi biliyorum.” dedi. Kalem tutuşmaya devam ediyordu. Kendinden geçmiş, ne yaptığından bihaber, kelamdan hiçbir söz işitmemiş olmasına rağmen ilk kez söylenmeden yazdı. “ AH