Aşk söz konusu olduğunda kalp ile aklın ezeli bir savaşı gündeme gelir. Âşık olup hicran ve acı çekmek mi yoksa hiç riske girmeden acılı ve dolambaçlı gönül labirentlerine girmeden sade bir hayat yaşayarak terk-i diyar eylemek mi daha doğru?

Ben merkezli haz odaklı bir hayata talip olanlar -tıpkı hedonistler gibi- hayatlarının mutlak amacını haz olarak belirlemişlerdir. Bunlar hazza o denli saplanmışlardır ki; eğer hazza giden bir yol üzerinde acılı duraklar var ise asla o yola tenezzül etmezler. Bunlar pasif hazcı olarak isimlendirilirler. Bu türden insanlar için aşk bile eğer acı ihtimali varsa tercih edilecek bir şey değildir.

Her şey bir yana aşk haddi zatında acıyla yoğrulmuş bir hamur gibidir. Özellikle mecazi manada aşk yoluna giren kişi bu acılı hamuru yemeye talip olmuştur bir kere. Ondan sonra ise öyle bir hale gelir ki; kendini aşk acısından “ah-u vah” edip diğer yandan ise bu belanın kendisinden asla kaldırılmamasını niyaz eder bir halde bulur. Bunlar aşka müpteladır.

Hem hayat hiç de hedonistlerin iddia ettikleri gibi hazlarla örülü değildir. Mutlak mutluluk ve mutlak güzellikler dünya metaı değillerdir. Adeta bu cevherlerden dünyada bulamazsınız. Bin yıl boyunca Ferhat’ın dağları deldiği gibi delseniz her yeri yine de mutlak rahat ve mutluluğa dünya şartlarında erişemezsiniz. Bu sanki ilâhi bir kural gibidir.

Sayısız acziyet ve ihtiyaçlar ile bezenmiş insanın hassas kalbi elbette dünyada da tatmin olmayı istemektedir. Her kalp atışının karşılığında bir yankı duymak ister. Kendi kalbine mukabil bir kalp bulduğu zaman ise kendini mutlu hisseder. Ancak sonra herhangi bir zeval halinde yeniden ümitsizliğe ve hüzne gark olur. İşte insan bu şekilde hayatı boyunca sayısız kalp kırıklığı ve meyusiyetler içinde döner durur. Bazen bunlar öyle ayyuka çıkar ki insanda depresyon denen hale sebep olur. Gerçek şu ki modern çağın insanlarının çoğunluğu da depresyondadır.

Kalbimiz âşık olmayı aşk girdabına kapılmayı arzuladığı ölçüde aklımız yahut daha hedonist yanlarımız bize dur demek ister. Bu savaştan çoğunlukla kalp galip çıkar. Akla galebe çalan kalp ise hemen ardından aşka teslim bayrağını çeker ve onun güdümüne girer. Aşk rüzgârları da insanı bir oraya bir buraya savurur durur. Bir kalp aşka açıldıysa eğer ebediyen kanar. Ya kalbini hiç aşk-ı mecaziye açmayacaksın ya da sonuna kadar kanayacaksın…


***

Seçenekler sahiden bu kadar az mı?

Aslında değil.

Aşk başlı başına büyük bir nimet olarak insana sunulmuştur. Tıpkı diğer hislerimiz gibi aşk da insandaki istidatlardan biridir. Her kabiliyet her insanda aynı oranda ortaya çıkmadığı gibi aşk istidadı da herkeste aynı oranda tecelli etmez. Bir de onu hakkıyla yaşamak ve hakkıyla bilmek gerekir. Aşka layık olmak ve aşkı layık olana sunmak demektir aynı zamanda bu.

İnsan her şeyin başında kendini tanımalıdır. Bütün mutlulukların temelinde kendini doğru tanımak koşulu vardır. Eğer kendimizi tanır ve duygularımızı doğru analiz edersek o zaman bize verilen hisleri duyguları bize zarar vermeyecek yönde kullanabiliriz.

Kim nefret dolu bir dünyada yaşamak ister ki? Kim sevgisiz kalmayı arzular ki? Ve kim aşkın olmadığı bir diyarda bir an dahi olsa durmaya razı olur ki?

Bu sorulara hangi birimiz “Ben” diyebiliriz? O halde kimse aşkı yadsımaya dışlamaya yok saymaya kalkmasın. O vardır ve gerekli olduğu için vardır. Tıpkı insana verilen diğer bütün duygular gibi.

Evet aşk acıtır acı verir çoğu zaman kanatır insanı ama bu bizatihi aşkın suçu değildir. Bu olsa olsa hedonist insanların suçudur. Bir kere ben merkezli bir insan asla âşık olamaz aşka yaklaşamaz. Zira o kişi kendi egosuna öyle saplanmıştır ki gözü başka hiçbir şeyi görmez. İşte bu sebepledir ki tasavvuf yoluna girmek isteyenlerde aranan en birinci özellik “aşk istidadıdır”. Bu belki bir çile yoludur insan için ama doğrudan yahut dolaylı herkes bu yola zaman zaman girmektedir. Hayatı aşka uğramayan “insan” ise gerçekte neredeyse yok gibidir.

Kişi kendini tanıdıkça hırslarından egosundan vazgeçer. Çünkü mutlak mutluluğun bunlarda olmadığını anlayacaktır. İşte o zaman gerçek manada arındıysa eğer aşka layık ve muvafık hale gelebilir. Böyle bir arınmışlığa sahip olanlar ise aşkta ne acı verir ne de acı görürler. Çünkü arınmış bir ruha sahip olan insan aşkın netice verdiği bazı ben merkezli duygulardan da arınarak aşkın bir üst mertebesi olan şefkat iklimine girebilir. İşte şefkat güneşinin altında açan aşk çiçeği etrafa yaydığı ebedi rayihası ile kendisine müptela olan gönülleri mesut eder.

Demek ki tıpkı Fuzuli’nin de şiirlerinde ifadesini bulduğu gibi “Aşka istidat” gerekir. Onu kirli ellerinde bulunduranlar ise aşkı sanki pis ve mülevves bir meta gibi gösterebilirler. Ama elmas çamura düştüğünde değerini yitirmediği gibi aşk da layık olan ve layık olduğu kalbe girdiğinde bir elmas gibi parıldar ve değer kazanır.

Kalbinde böylesi bir aşkı barındıran insan elbette hakiki mutluluğu hissedecek ve bir daha hedonist hazların peşinde koşmayacaktır.

Aşkın en büyük özelliklerinden biri olan ebediliği anlayamayan bir insanın ise “âşık oldum” demesi komikliktir. Ebediyete inanmayan aşka inanamaz zira. Ebedi olmayan bir aşk aşk değil ancak hevesattır. Ebedi olan aşk ise herhangi bir kayıt ile mukayyet olamaz. Ebediyet kayıt altına alınamaz çünkü. Demek ki aşkları karşılığından şart öne sürenler aslında hevesatlarının peşinden koşmaktan başka bir iş yapmıyorlardır.

Basit hevesler ise basit insanların işidir. İnsan ise basit olmayacak kadar yüksek değerde yaratılmış ve olağanüstü duygularla bezenmiştir. Zahirde aciz zayıf muhtaç görünen insanoğlu ise kendisini var eden Mutlak Kudret ile muhatabiyeti ölçüsünde değer kazanır ve bu mertebesinde artık basit heveslere zerre kadar yer yoktur.


***

Dünya hayatını çekilmez kılan da hep basit heveslerimiz değil mi? Belki bu sebeple insaniyet aşkı kaybetti. Aşka olan istidadını kaybedince hayat damarları kurudu. Meşhurdur; “dünya bile aşk ve muhabbet ile döner” denilir. Aşk ve muhabbet ise hayatımızdan çekilince dünya adeta durmuş gibi bir hâl alır. Çok kan çok irin ve çok haz vardır dünyada ama bunların hiçbiri insanın kalbini tatmin etmez.

Aşk konusunda şüpheye düşen ve bu hususta aklıyla mücadele edenler en baştan kendilerini tanımalı aşka olan istidatlarını keşfetmelidirler. Kendini anlama ve arınma neticesinde açığa çıkan aşk ile ve şefkat ile hak ettiği değeri ve mutluluğu kendiliğinden bulacaktır. Yeter ki aşka kör ve nimete nankör olmasın…



alıntıdır...