Engin Tenekeci 06.07.2009
Altın Oran ya da Hendese
Üstad Bediuzzaman Hazretlerinin “Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef’âli sana nâzır değildir. Ancak O’na bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır”.(1) bahsinde, Halik’i Zülcelal’i Velikram’ın o ilahi ve kuşatıcı rahmeti iktizasının, ilahi ikramı olan “mevcut” yani “varlık” alemleri -ki bu alemler gerek alem-i gayb, gerek alem-i şahadet olsun- yine kendi Zat-ı Uluhiyet’ini şahid tuttuğunu Kur’an’dan ve Rasul-u Ekrem Aleyhisselatu Vessellam’dan aldığı talim ile açıkça beyan etmekte. Aslında yukarıda adı geçen bu satırlar, Cenab-ı Hakk’ın gerek ilahi ef’âline, gerek sıfat ve isimlerine dair hem bizleri edebe, hem temkine, hem dengeye en önemlisi “Her şeyin doğrusunu hakkıyla Allah (celle celâluhu) bilir.” hakikatine davet etmekte. Çünkü:
“Hâlıkın ef’âli sana nâzır değildir.” beyanı doğrudan ef’âl-i ilâhiyeden olan, Mübdi’, Vekîl, Bâis, Mücîb, Vâsi’, Hasîb, Muğîs, Hafîz, Hâlık, Bârî, Musavvir, Rezzâk, Vehhâb, Fettâh, Kâbız, Bâsıt, Hâfıd, Râfi’, Muizz, Müzill, Hakem, Adl, Latîf, Muîd, Muhyî, Mümît, Velî, Tevvâb, Müntakim, Muksit, Câmi’, Muğnî, Mâni’, Dârr, Nâfi’, Hâdî, Bedî’, Reşîd, Kayyûm, Mâlikü’l-Mülk, Muahhir, Mukaddim, Mukît, Vâlî” (2) Esmâ-i Hüsnâ ya delalet etmekle, kalb ve akıl kapılarımızı o mutual, mühit ve idraki muhal ef’âl-i ilâhiyenin eserlerini müşahedeye açmakta.
Hem “Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir”. Beyanı ise, malumunuz hendese geometri, şekil bilgisi. Mat: Çizgi, satıh ve hacim olarak bu üç şeklin hususiyetlerini ve ölçülerini inceleyen matematik koludur. Yani biz beşeriyet, bizdeki yine beşeri ölçekler ile ef’âl-i ilâhiyenin eserlerini ilerlemiş fen ilimlerinden olan matematik ölçekleri ile ölçer, (mesela matematikteki altın oran 1, 618.. gibi) o ilahi hilkat karşinda hayrete düşer yine bizdeki yani enaniyetimizde mündemiç olan sınırlı, beşeri idrak ve ölçekler ile (akıl, fikir, şuur vesair) “Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez hissolunmaz.”(3) hakikatini inşaallah bütün benliğimiz ile itiraf ederiz. Demek ki beşeriyet, fen ilimlerinde terakki ettikçe, ne kadar aciz ve fakir bir mahluk olduğunun idrakine daha çok varıp, hayrette kalmakta, sonsuz Yaratıcı Halik-i Zülcelal karşısında.
Bir önemli hususu ifade etmek gerekir ki; Kur’an-ı Kerim malumumuz, Allah’ın (celle celâluhu) Kelam Sıfatından gelerek, kullarının idrak seviyelerine rahmetiyle tenezzülen indirilmiştir. Yani, bu ilahi kelamdan imanla gerilmiş her bir kul mesela bir âmi, edib, coğrafyacı, medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs, bir hakîminin, hikmet-i tabiiyenin bir filozofu, âlim, muhakkik bir hakim, yeni zamanın filozofu, kozmoğrafyacı(4), dikkatli bir ham, şairâne bir fikir ve kalb sahibi, hendeseci nasibini alır ve “herkes istediğini içinde bulabilir(4)” hakikatine yanaşır. Demek ki hendeseci bu ilahi kelamdan nasibini alan bir çok gruptan birisi olmasıyla berber, aynı zamanda; “Vâkıa, Kur’ân’ın ve Sünnet’in nurlu beyanları, ilimlerin koltuk değneğine ihtiyaç olmadan da, insan vicdanı tarafından sezilecek kadar parlak ve yanıltmaz olduğundan, her zaman hüsn-ü kabul görecek mahiyettedir. Bundan da öte, beyan edilecek her delil, Kur’ân ve Sünnet’i, ilimlerle uzlaştırma, anlaştırma, tevfik etme istikametinde gösterilen her gayrete, bizim, kendi zavallı akıllarımızı saran tozu toprağı süpürme maksadıyla müracaat ediliyorsa, buna bir şey demeyeceğim; kimse de dememelidir. Yok, bu deliller, bu sözler, bu beyan ve bu gayretler, Kur’ân ve Sünnet hakikatini omuzlayıp taşımak içinse, bence o omuzlar bu yüce hakikatleri taşıyamayacak kadar cılız ve çelimsizdirler.” hakikatini sizce haykırmamakta mı?(5)
Hasılı, bu gün fizik, kimya, astronomi, tabâbet ve daha çesitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve her gün ona yeni yeni armağanlar vermekte olan ilmi ve delillerini, yine, İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlallerle yürürken, Onları insanı elinden tutan ve saray kapısına kadar getiren, bir halayık gibi insana teşrifatçılık yapan, ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalan, içeriye alınmayan, zira artık ihsan sırrı zuhur etmiş olmasıyla, aranan Gayb bulunmuş ve vicdan O’ndan gelen sesi duymaktadır hakikatine vesile olmakla, Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (celle celâluhu) cisimden, arazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O’nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde, hiç delil veya istidlalden bahsedilir mi?”(5) realitesinin şuuruda olmak elzemdir.
Allah (celle celâluhu) bizlere rızası istikametinde, kamil bir iman, amel ve ilim nasip eylesin inşaallah.
Kaynaklar
1)Bediuzzaman, Mesnevî-i Nuriye
2)M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4 Esmâ-i Hüsnâ Bahsi
3)Bediuzzaman, Sözler 30.Söz Ene ve Zerre Bahsi
4)Bediuzzaman, Sözler 25.Söz 2.Şua 1.Şule
5)M. F. Gülen, İnancın Gölgesinde-1 Başlarken Bahsi