TEBLİĞDE METOD
Peygamber, yalnız vazifesini düşünür, dedik. Evet, öyle peygamberler gelmiş geçmiştir ki, bütün bir hayat boyu mücadele etmelerine, tebliğde bulunmalarına rağmen, kendilerine inanan tek bir insan olmamıştır198. Fakat, onlar, hep itminan içinde kalmışlardır. Zira vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Onların hayatlarının hiçbir lahzasında itiraz işmam eden şu niçinler yoktur: Niçin hizmet edemedim? Niçin bana inanan yok? Niçin bu iş fiyasko oldu? Niçin bu falsolar birbirini takip edip durdu?..
Evet, her nebi, sadece, vazifesini nasıl yapacağını düşünür. Bunun için de bütün şartları nazara alır ve vazifesini öyle yapar. Kabul ettirmek, kendi vazifesine dahil değildir. O sahada hüküm, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine aittir. Bir âyet, Allah Rasûlü’ne hitaben şöyle demektedir: “Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder” (Kasas, 28/56). Bu itibarla, nebinin mesajı, husûsiyet arzeder. Hiç kimse onu kabul etmese, itibar ve ilgi göstermese de o yine fütûr getirmeden, tereddüt ve paniğe düşmeden, başkalarını kınayıp suçlamalara girmeden vazifesini yapmaya devam eder. Onun içindir ki, bütün peygamberler, her türlü horlanmaya ve hakir görülmeye maruz kal-malarına rağmen, vazifelerinde zerrece bir gevşeklik göstermemişlerdir. İşte tebliğin bu şekli, sadece peygamberlere ait bir sıfattır. Bütünüyle böyle bir tebliğ keyfiyetini, peygamberlerden başkasında görmek âdetâ mümkün değildir. Başkalarında, böyle durumlarda çok defa küskünlük ve dargınlık görürsünüz. Ne kadar da olgunlaşırlarsa olgunlaşsınlar, netice almak arzusundan kurtulamazlar. Alamayınca da küskünlük ve bezginlik gösterirler. Sadece nebîlerdir ki, küsmek ve darılmak bilmezler.. ve bu durum onlara ait bir hususiyettir.
Bakınız; Uhud’da başına gelen onca ciğersûz hâdiseler dahi, Allah Rasûlü’nü darıltmamış, küstürmemiştir. Dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, hatta, Ebu Ubeyde bunları, Allah Rasûlü’nün yüzünden çıkarabilmek için kendi dişlerinden olmuştur199. Bütün bunlara rağmen yüzü-gözü kan-revan içinde İki Cihan Serveri sadece şöyle demiştir: “Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!” 200(Bilmiyorlar, şayet Benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı). Nitekim daha sonra O’nu öğrendiklerinde, onlar da canlarını Allah Rasûlü’nün önüne bezledeceklerdi. Demek ki o zaman bilmiyorlardı. Bu ve benzeri hâdiseler, bize Allah Rasûlü’nün sadr u sinesinin, ne denli inşirah ve genişlik içinde olduğunu gösteriyor. O ve diğerleri “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüzdüler.” Başları yarılsa, dişleri kırılsa şikayet ma’nâsına, ağızlarından bir “of” dahi çıkmazdı.
“Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar,
Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!”
Evet; her nebi, âdetâ böyle der: “Ağyar ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem” der ve yoluna devam eder.
Hz. Nûh, Kur’ân’ın ifadesiyle kavmine şöyle seslenmektedir: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim” (A’raf, 7/61).
Hz. Nûh’u böyle konuşturan, hiç şüphesiz kavminin kendisine isnat ettiği sapıklık isnadıydı. Onlar, o büyük nebiye saygısızca davranıyor ve: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” diyorlardı (A’raf, 7/60). Bugün de değişen birşey yoktur. Denilenler hep aynı ma’nâya gelen yakıştırmalardır. Sen sapıksın, sen mürtecisin, sen asrın gerisinde yaşıyorsun ve daha neler neler!..
Devamındaki âyette, Hz. Nûh kavmine şöyle seslenir : “ Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum” (Araf, 7/62).
Bende dalalet olmadığı gibi, sizi dalalet ve sapıklıktan kurtarmak istiyorum. Çünkü, ben, size Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rahmet ve bir elçiyim. Size mesaj sunuyor ve yollarınızı aydınlatıyorum. Çünkü ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum...
Aradan geçen asırlar, kâfiri hiç değiştirmiyor. Bu sefer de Hz. Hûd, dinsizleşen kavmine şöyle sesleniyor :
“Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi’nin gönderdiği bir peygamberim. Size, Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm” (A’raf, 7/67-68).
Değişen birşey olmuyor: Peygamberler ve kavimleri.. kavimlerinin onlara yakıştırmak istedikleri ve onların kavimlerine verdikleri cevaplar.. evet, bir iki kelime farkıyla hep aynı ma’-nâya gelen sözler, cümleler..
Diğer peygamberleri böyle umûmî bir kaidenin içinde zikrettikten sonra isterseniz sözü Nebiler Sultanı’na getirelim:
Allah (cc) O’na hitaben şöyle buyuruyor: “Ey örtüsüne bürünen adam! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt” (Müddessir, 74/1-3).
“Ey örtünüp bürünen (Rasulüm)! Geceyi tamamen değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4).
Yani, artık örtüye bürünüp yatma zamanı değil; kalk, karanlıkta kalmışların imdadına koş! Şu şaşkınlık ve hayrette kalmış yığınları eğri yolun encamından ve sapıklığın ürperten neticelerinden inzar et. Ve yeri göğü çınlatırcasına, büyük olan Rabbinin büyüklüğünü bütün gücünle haykır! Yer-gök senin âvâzınla inlesin! Cin ve ins, senin bu haykırışlarınla Rabbinin ne büyük olduğunu bir kere daha işitsin.
Ey gecede örtüsüne bürünen Dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Sen’in Allah tarafından şarj olman gerekmektedir. Çünkü yapacağın çok büyük işler var. Sana anlatılacak olan her şeyi insanlara tebliğ etmen gerekiyor. Böyle ağır bir deşarj olma ameliyesini, Rabbinin seni takviyesi olmadan yerine getiremezsin! Bunu temin edecek de ancak ubûdiyet ve kulluktur..
Evet, Efendimiz gibi her nebi de tebliğ için geldiğini ilan etmiştir, hem de hiçbir şey beklemeden, başka şeylere dilbeste olmadan, ağyara gönül vermeden, gözleri başka şeylere kaymadan, bakışları asla bulanmadan hep insanlığa mesajlar sunup durmuşlardır. Onların nurlu mesajları olmasaydı, bütün insanlık karanlıkta kalacak ve hayvanlardan farkları olmayacaktı.
İnsanoğlunun kaderiyle peygamberlerin bi’seti öylesine iç içedir ki; bir ülkeye peygamber gönderilmemişse, o yörenin insanları, yaptıklarının bazılarından sorumlu tutulmayabilirler. Ama, peygamber gönderilmiş de dinlememişlerse, hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur. İşte, bir ilahî ferman: “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz” (İsra, 17/15).
Ve bir başka beyan:
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir. Zâten Biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” (Kasas, 28/59).
Demek ki, Allah (cc) evvela peygamber gönderiyor. Peygamber, vazifesini yapıp ve insanlar uyarılmalarına rağmen hâlâ inkâr ediyorlarsa Allah (cc) da ondan sonra azap ediyor. Her devirde bu böyle olmuştur. Eğer bugün Cenâb-ı Hakk, bir kısım kimseleri cezalandıracaksa, bu ancak, mü’minlerin kendilerine düşen tebliğ vazifesini tam yapıp yapmamalarına göre olacaktır. Kendisine tebliğ yapıldığı halde, temerrüdünde devam edenler, işte cezaya hak kazanmış onlardır.
Bundan dolayıdır ki, her nebi, bıkmadan, usanmadan, yılgınlık göstermeden ve tebliğin bütün metodlarını kullanarak irşatta bulunmuştur. Hz. Nûh, Kur’ân’ın diliyle şöyle der:
“Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine ilan ile davette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır..” (Nûh, 71/5-10).
Hz. Nûh: “Rabbim, cemaatımı gece gündüz durmadan çağırdım. Hep kapılarını vurup durdum. Ancak benim davetim, onların kaçmasını ve firarlarını artırdı. Temerrüd ettiler ve beni dinlemediler. Beni dinlememek için âdetâ hep yeni yeni usûller buldular. Bazan kulaklarını tıkadı ve duymamazlıktan geldiler, bazan da elbiselerine bürünüp kendilerini görmemezliğe saldılar.”
O’nda Tebliğ Cibilliydi
İki Cihan Serveri’nde ise tebliğ, bir huy, bir cibilliyet halindeydi. O, bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman.. ve âdetâ yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazan günlerce üst üste oruç tutardı201. Bazan da ölmeyecek kadar yerdi202. Sanki tebliğ sancısı, onda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sav) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi. Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur: “Rasûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdetâ kendine kıyacaksın” (Şuara, 26/3).
Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder: “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin” (Kehf, 18/6).
Evet, O bir yerde simsiyah, secdesiz bir alın görse iki büklüm olur, burkulur ve gördüğü her imansız insan, O’nun içinde âdetâ bir hüzün fırtınası estirirdi. Bu O’nun ruhunda zaten vardı. Peygamberlikle daha da bir derinleşti, buudlaştı.
Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz.. işte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi! Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir: “ Ümmet-i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı!” Evet, işte Nebi ve Nebiye varis olanların hâli! Zannediyorum bugün dünya da bu türlü dertlileri beklemektedir.
Mevzu buraya gelmişken, çok yerde verdiğim bir misali, tekrar etmek isterim. Çünkü bu misal, aynı zamanda mevzumuza da ayrı bir buud kazandıracaktır. Almanya’da, bir evde pansiyoner olarak kalan temiz nâsiyeli bir arkadaşımız, taşıdığı Muhammedî ruhla ev halkına müessir olmuş, Cenâb-ı Hakk da onların hidayete ermelerine onu vesile kılmış. Önce evin erkeği, sonra hanımı ve derken çocukları aynı havayı teneffüs etmeye başlayınca ev cennet köşesinden bir köşe hâline gelmiş... Bir gün evin erkeğiyle bu arkadaşımız karşılıklı oturmuş konuşuyorlar. Bir ara ruhunda hidayetin yeni yeni duygular meydana getirdiği bu zat, arkadaşımıza şöyle der: “Arkadaş, seni seviyorum. Öyle ki kalbimi açıp, seni oraya sokasım geliyor. Çünkü sen, benim hidayetime vesile oldun. Bana ve aileme ebedî bir hayat kazandırdın. Fakat sana aynı zamanda çok kızıyorum. Öyle ki şu anda bile yakandan tutup seni tartaklamak geliyor içimden. Şimdi bana, “Neden? Niçin?” diye soracaksın. Anlatayım: “Sen gelmeden kısa bir zaman önce, benim babam vefat etti. Halbuki o, müslüman olmaya bizden daha liyakatlıydı. Tertemiz bir ruhu ve yaşantısı vardı. Eğer sen, o ölmeden evvel buraya gelmiş olsaydın, onun da hidayetine vesile olacaktın. İşte bu gecikmen sebebiyle sana çok kızıyorum.”
Bu sitem bana, bütün Avrupa’nın hatta bütün dünyanın iniltisi gibi gelir. Ben, kendi hesabıma yakamdan tutulup hesaba çekileceğimden çok endişe ederim. Çünkü istenen seviyede oralara İslâm mesajlarını götürüp tebliğ edebilmiş değilim...
Tebliğde Hırs
Allah Rasûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatlar anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehalükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. İşte O’nun son dakikalarını yaşayan amcasının başucundaki hali!
Ebû Tâlib’i Daveti
Ebu Talib, kırk seneyi aşkın bir zaman Allah Rasûlü’nü himaye etmiş bir insandı. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde bütün Mekke müşrikleri, ilk defa karşılarında aşılmaz bir sur gibi Ebu Talib’i bulmuşlardı. Onu çiğneyip geçmeden Allah Rasûlü’ne ulaşmaları mümkün değildi. Allah Rasûlü’nün hatırına bütün sıkıntılara göğüs geren, ihtiyarlık ve yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bir de üç senelik ambargo dönemine karşı kavga vermek zorunda kalan Ebu Talib, ölüm döşeğinde ve son nefeslerini vermektedir. Allah Rasûlü fırsat buldukça onun yanına gelir ve ısrarla “Lâilâhe illallah” demesini ister ve: “De ki, âhirette sana şefaat edeyim” der. Ancak o esnada Ebu Talib’in etrafını saran karanlık ruhlu insanlar, onun hidayetine mani olurlar. O, son nefesini verirken: “Abdülmuttalib’in dini üzerine” der ve -Allah bilir- gemiyi kaçırır. Allah Rasûlü, hıçkırıklarını tutamaz, hüngür hüngür ağlar ve “Men edilmediğim müddetçe sana istiğfar edeceğim” der203. Ancak daha sonra gelen bir âyet, O’nun sinesinde kanayan bu ızdıraptan onu men eder. O artık, Ebu Talip için istiğfar da edemeyecektir; zira âyet şöyle demektedir: “(Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara” (Tevbe, 9/113).
O’nun, Ebu Talib’in hidayeti hususunda ne kadar istekli olduğunu en iyi bilen insan Ebu Bekir’dir. Mekke fethinde Allah Rasûlü’ne iman ettiğini orada ikrar etmesi ve Resûlullah’ın mübarek elinden tutup musafahada bulunması düşüncesiyle yaşlı babası Ebu Kuhâfe’yi İki Cihan Serverinin yanına getirir. Gözleri görmeyen bu yaşlı insan, iman ettiğini ilan ederken, Ebu Bekir bir köşeye çekilir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü, niçin ağladığını sorunca da, mağara arkadaşı O’na şu cevabı verir:“Ya Rasûlallah, babamın hidayete ermesini çok arzu ediyordum ve işte Allah (cc) ona bu hidayeti nasib etti. Ancak ben, Ebu Talib’in hidayetini, kendi babamdan daha çok isterdim. Çünkü onu Sen de çok arzu ederdin. Fakat ona hidayet nasip olmadı. İşte bunu hatırladım ve onun için ağladım.”204
Allah Rasûlü, nasıl amcası Ebu Talib’in hidayetini istiyor ve bu mevzuda ısrar ediyordu, aynı şekilde, öz amcası, Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin hidayetini de istiyor ve onun hidayeti için ısrarda bulunuyordu. İşte, konuyla alâkalı tarihin kaydettiği hâdisenin içyüzü:
Vahşî’yi Daveti
Allah Rasulü, amcasının kâtili Vahşi’yi doğru yola davet eder, birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslâm’a girmesi için Vahşi’yi yanına çağırır. Ancak Vahşi, gelen şahsa bir mektup yazar, verir. Mektupda aşağıdaki âyet-i kerime yazılıdır:
“Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyâmet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır” (Furkan, 25/68).
Vahşi, bu âyetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir: Sen beni müslüman olmaya davet ediyorsun ama, ben, bu âyette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki, ben de müslüman olayım?
Allah Rasulü, ikinci bir mektup daha gönderir. Bu defa mektuba şu âyeti yazar :
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur” (Nisa, 4/48).
Vahşi, bu defa da, âyette affın kat’î olmadığını, meşiet-i ilahiye bırakıldığını Rasulullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de O Şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir. Bu mektupta ise şu âyet yazılıdır:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok esirgeyendir” (Zümer, 39/53).
Vahşi, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Rasulü’ne biat eder. O da artık sahabe arasında sayılacak ve sonuna “ra” eklenmeden ismi anılmayacaktır. Ancak o, Hz. Hamza’nın katiliydi. Ne kendisinin ne de başkasının bunu unutması mümkün değildi. Vahşi, belki ahirette böyle bir günahın hesabını vermeyecekti. Çünkü o, cinayet günü müslüman değildi ve İslâm’a girmesiyle de bütün geçmiş günahları affolmuştu.205 Bu yönüyle talihliydi.. ancak öldürdüğü insan da Hz. Hamza’ydı!..
Hamza ki, ormanda aslanların ödünü koparan bir efsanevî insanken Rasûl-i Ekrem’in önünde dize gelmiş, müslüman olmuş; hatta İki Cihan Serveri’nin tuttuğu aynı memeyi tutmuş olması itibariyle Allah Rasûlü’ne sütkardeşlik payesiyle de serfirazdı206. O, İslâm’a gireceği ana kadar müslümanlar korku içindeydi. Hamza müslüman olunca onların kükreyişleri, Arap Yarımadası’nı velveleye vermişti. Ve, işte vahşet içinde olduğu bir dönemde Vahşi, bu Hamza’nın kanına girmiş.. Uhud’da elinde taşıdığı talihsiz mızrağını Hz. Hamza’nın bağrına saplamıştı. Hayatı boyunca Allah’tan başka her şeye “ ” (Hayır) diyen Hamza, kendisine saplanan mızrak üzerine çökerken yine bir “ ” meydana getiriyor ve yere bir “ ” gibi yıkılıyordu ki; biraz sonra Allah Rasûlü, onu uzuvları paramparça halde görecek, başucuna oturacak ve bir çocuk gibi ağlayacaktı. Şehidler yıkanmazdı; ancak Allah Rasûlü Hamza’yı yıkadı ve âdetâ su yerine de, kevserden daha kıymetli gözyaşlarını kullandı... Evet, Allah Rasûlü onun başında bu derece gözyaşı dökmüştü. İşte şimdi bu cinayetin katili Vahşi, Allah Rasûlü’ne kanlı elini uzatmış biat ediyordu. Allah Rasûlü’nün tebliğ anlayışına bakın ki, O, bu eli tutuyor ve Vahşi’nin İslâm’a girişini tebrik ediyordu. Zaten ısrarla Vahşi’yi bizzat kendisi davet etmişti.207
Vahşi, iman ettikten sonra Allah Rasulü, onun kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı: “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen, talihsizliğe itilmiş ben de vazifemi tam yapmamış olurum.”
Vahşi, bir sahabi şuuru içinde Allah Rasulü’nün bu ricasına ve emrine asla muhalefet etmedi. Daima Allah Rasulü’nden uzakta durdu ve O’na görünmemeye çalıştı. Ancak, her dakika ve her saniyesi de, Allah Rasulü’nden gelecek ikinci bir daveti beklemekle geçti. O, bir direğin arkasından Allah Rasulü’ne bakıyor, O’nun bakışını yakalamaya çalışıyor ve kendi kendine, “acaba”, diyordu, birgün gelir de bana: “Artık görünebilirsin”, der mi? Vahşi, o mutlu günü bekleye dursun, birgün kendisine o müthiş ve acı haber ulaştı. Allah Rasulü, gurub edip aramızdan ayrılmıştı. Vahşi, beyninden vurulmuşa döndü. Zira artık, kendisinin çağrılacağına dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
Vahşi’nin bundan sonraki günleri hep günahına keffaret aramakla geçecekti. Nihayet Yemâme harbi patlak verdi. Derhal Halid’in ordusuna girdi ve Yemâme’ye yollandı. Bu, onun için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. İslâm’ın en büyük bahadırlarından birini öldürmüş bir günaha girmişti. Her ne kadar o günah affolsa bile, Vahşi’nin vicdanı, o günahın tesiriyle cehennem gibi yanıyordu. Şimdi onun karşısında bir fırsat vardı: İslâm’ın en büyük düşmanı Müseyleme’nin halledilmesi. Vahşi, Hamza’nın bağrından çıkarıp sakladığı paslı mızrağını yanına alarak, Yemâme harbine katıldı. Harp günlerce sürdü. Müseyleme ve ordusu, ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Bir ara, kaleden dışarı çıkıp kaçmak isteyen Müseyleme, nöbet bekleyen bir sahabî tarafından görüldü. Onu gören sahabî, Vahşi’ye seslendi ve: “İşte Allah düşmanı gidiyor” dedi. Bunu duyan Vahşi, hemen paslı mızrağı eline aldı ve aynen, seneler önce Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı gibi, bu defa da Müseyleme’nin bağrına sapladı. Onun attan düşüp yere yıkıldığını görünce, kendisi de secdeye kapandı208. Gözyaşları içinde âdetâ Allah Rasulü’nün ruhaniyatına hitaben: “Artık gelebilir miyim, Yâ Rasulallah!” der gibiydi... Biz, Allah Rasulü’nün ona ne cevap verdiğini bilemiyoruz. Ama ihtimal ki, Allah Rasulü’nün ruhaniyatı da Yemâme’de hazır bulunmuş ve Vahşi’nin bu denli inkisar dolu yakarışı, O’nu da rikkate getirmiş ve yaptığı civanmertliği tebrik için de Vahşi’yi bağrına basmış ve “Artık bana görünebilirsin”, demiştir. Bilemiyoruz. Bu bir, buud meselesidir. Bizim, bu hâdiseyi nakledişimiz ise, Allah Rasulü’-nün tebliği hakkında bir fikir verebilmek içindi...
Evet, görüyoruz ki, Allah Rasulü, en az babası kadar sevdiği ve yine, en az öz kardeşi kadar üstüne titrediği Hz. Hamza gibi bir büyük ruhun katili için dahi, bir rahmet oluyor. Vahşi’nin İslâm’a girmesi için, belki elli yolu deniyor ve Vahşi gibi bir insandan dahi bir sahabî çıkarıyordu. Acaba, O’nda tebliğ düşüncesi, O’nun tabiatıyla bütünleşmemiş, O’nun fıtratına yerleşmemiş ve ruhunun bir parçası haline gelmemiş olsaydı, Allah Rasûlü’nün Vahşi gibi bir insanı, ısrarla İslâm’a daveti hiç mümkün olur muydu? Hayır, O’nun bu tehalükünde, tebliğin Nebiye ait bir sıfat olma hakikatı saklıydı. Bu itibarla da O, başka türlü davranamazdı.
İkrime’yi Daveti
İkrime’nin düşmanlığı, Vahşi’den de artıktı. O, İslâm’ın bizzat kendisinin düşmanıydı. Yani o, düşmanlığını şuurlu olarak yapıyordu. İkrime’nin neşet ettiği evde bulunanların hemen hepsinde, İslâm’a karşı cibillî bir düşmanlık vardı. Evin reisi, Ebu Cehil’di. Ondaki cehalet, bütün haneye sirayet etmiş ve Ebû Cehil’in evi, o koyu küfür karanlığıyla âdetâ gayya haline gelmişti. O evde İslâm’a giren herkes, en ağır şekilde eza ve cefaya marûz kalıyor ve kat’iyen rahat bırakılmıyordu.
İkrime, sanki İslâm düşmanlığında babasıyla yarışır gibidir. Babasının katıldığı hemen bütün hiyanet hareketlerine o da katıldı. Küfür gözünü kör etmişti. Mekke fethedildiği halde o hâlâ temerrüd ediyordu. Evet, niceleri, Mekke’nin fethiyle birlikte derhal müslüman olmuş ve nur hâlesine girmişti ama, İkrime’nin husûmeti, devam ediyordu. Zaten o, Mekke fethi sırasında da müslümanlara karşı kılıç kullanmış ve sonra da Yemen’e kaçmıştı...
Ümmü’l-Hakem, İkrime’nin hem hanımı, hem de amcasının kızıydı. Bu kahraman kadın, sırf vefa borcunu ödemek için Yemene kadar gitti ve kocasını ikna ederek geriye getirdi. Ancak, İkrime’nin, Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkacak yüzü yoktu. Çünkü yapmadığı düşmanlık ve Allah Rasûlü’ne revâ görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştı. Geçtiği yollara diken serpilecekse, herkesten evvel o koşturmuştu; başına toprak saçılacaksa, en evvel bu işe o sahip çıkmıştı. Ancak Allah Rasûlü hırsla İkrime’nin de hidayetini istiyor ve Vahşi’ye gösterdiği aynı hassasiyeti ona da gösteriyordu.
İkrime, İki Cihan Serveri’nin huzuruna girdiğinde, Allah Rasûlü, kendine yakışır büyüklükle ona hitaben: “Ey hicret yolcusu Merhaba!” dedi. İslâmî ma’nâda hicret bitmişti; ancak, Allah Rasûlü, onun uzak yollardan geldiğine telmih için böyle demişti. Bu cümle, İkrime’nin kalbindeki bütün buzları eritmeye yetti. Allah Rasûlü’nün ellerine sarılarak O’ndan dua istedi: “Dua et, Yâ Rasûlallah!. Ve bütün yaptığım düşmanlıklar için benim namıma istiğfar et!” dedi. Allah Rasûlü de, ellerini kaldırdı dua etti. İkrime coştu, kendinden geçti. Zira, hiç de böyle bir alâka beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü o âna kadar, Allah Rasûlü’nü de herhangi bir insanla kıyas ediyor ve sıradan bir insanın yapabileceği muameleyle karşılaşacağını sanıyordu. O’ndan bu iltifatları görünce, bu zannında hata ettiğini anladı. “Ya Rasûlallah!” dedi, “bundan böyle, Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum...” Ve Yermük’te sözünde durdu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı.
İkrime, Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “ağlama” der, “ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hişam girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi.” İşte o zaman İkrime: “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi” der ve Allah Rasû-lü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Ya Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” ve son nefesinde de : âyetini okur ve ruhunu Allah’a teslim eder209. Âyet meal olarak şöyle demektedir: “Rabbim beni müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!” (Yusuf, 13/101).
Evet, Allah Rasûlü’nde, insanların hidayete ermesi mevzuunda bir hırs vardı. O, tebliğde bir erişilmezliği temsil ediyordu. Binlerceye, yüzbinlerceye elini uzatıyor ve binlerceyi, yüzbinlerceyi aydınlık iklimine çekiyor; çekiyor ama yine de doyma bilmiyordu. Zira engin rahmetinden, herkesi istifade ettirmek istiyordu. Evet O, can düşmanı hasımlarına bile şefkat elini uzatıyor ve böylece peygamberlerdeki tebliğ sıfatının nasıl erişilmez bir ufuk olduğunu gösteriyordu.
Tebliğ Sancısı Uykularını Kaçırırdı
Bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’nün gözlerine doğru dürüst uyku girmedi. Çünkü O, bütün insanlığın derdiyle dertliydi. Evet: “Hayatında gözlerini yumup, rahat bir uyku uyumadı”, sözü ancak İki Cihan Serveri’ne isnad edilirse doğru olabilir; zira O’nun hayatı hep tebliğ içinde geçmiştir.
Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Rasûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O’nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O’nun tenini incitmesin diye bazan bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o dırahşan çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu...
“En yakın akrabanı inzar et”, mealindeki “ ”210 âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı. Ve onlara hitaben şöyle dedi: “Allah (cc) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe İllâllah, demedikçe Allah katında, sizin için birşey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahid olabilirim.”
O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Rasulü’ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebu Leheb konuşmuş -konuşmaz olsaydı-: “Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?” demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti.211
Hz. Hatice’nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişdi. Allah Rasûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada “acaba birkaç kelime birşey anlatabilir miyim” diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu. Böyle meclislerden birini Hz. Ali (ra) bize şöyle anlatır: “Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Rasûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: “Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?” dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Rasûlü’nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, Ya Rasûlallah!’ dedim. Allah Rasûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı.” 212
Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Rasulü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O’na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da kalb sahibi insan bulmak, sanıldığı kadar kolay olmadı. Taif’te taşlandı, alaya alındı213. Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu214. Ne varki, O’ndaki bu ciddi talep O’nu bir sürprizler âlemine çekiyor gibiydi ve öyle de oldu. Kader O’nu Akabe’ye sürükledi ve bir kısım temiz insanlarla buluşturdu. Bu ilk Aka-be’de altı kişiyle tanıştı. Bunlar ertesi sene Akabe’ye yetmiş insan olarak geldiler. Allah Rasulü, onlara bazı hususları tebliğ etti. Kendisine inanacaklarsa bu şartlar dahilinde inanmalıydılar... Onlar da Allah Rasulü’nün bütün tekliflerini tereddütsüz kabul ettiler. Bu arada, Hz. Abbas, onlara düşünerek karar vermelerini tavsiye etti. Ve böyle bir teklifi kabul etmenin, bütün cihanı karşılarına almak olduğunu onlara tafsilatıyla anlattı. İçlerinde dönen olmadı. En ağır şartlarda dahi Allah Rasulü’nü kendilerine tercih edeceklerine söz vererek biat ettiler. İki Cihan Serveri, onlarla beraber Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Mus’ab onlara dinlerini öğretecekti.215
Sahabede Tebliğ Aşkı
Mus’ab, Mekke’nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi.216 Ancak İslâm’a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı.217
İşte Allah Rasûlü’nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine’ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine’de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimi ve ihlaslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine’de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdetâ karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es’ad b. Zürâre (ra) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es’ad b. Zürare henüz cuma namazı farz olmamasına rağmen ve daha Allah Rasûlü de Medine’yi şereflendirmemişti ki, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara Cuma namı kıldırmıştı.218
Medine’de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus’ab’ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa’d b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da birgün öfkeyle gelmiş ve Medine’de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. zira ona, Mus’ab’ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus’ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle birşeyler anlatıyordu. Sa’d, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus’ab, ona şu teminatı verdi: “Evvela gel otur ve dinle. Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hiç tereddüt etme ve elindeki kılıcı boynuma indir. Yemin ederim ki, sana karşı koyacak değilim.” Bu sözler Sa’d b. Muaz’ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. Evet, Sa’d b. Muaz, Mus’ab b. Umeyr’in önünde diz çökmüş ve müslüman olmuştu219. O günün Medine’sinde , Ömer’in Mekke’de müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa’d b. Muâz’ın müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de makes bulan büyük bir hâdise oldu.
Görüldüğü gibi, Allah Rasûlü, durmadan, dinlenmeden hak ve hakikatın neşrini yaptığı gibi, O’nun, sadık çırak ve tilmizleri de aynı şekilde, cihanın dört bir yanına dağılmış ve hakkı neşretme vazifesini en seviyeli şekilde edâ etmeye çalışmışlardı. Cihan, bu meşalelerin tutuşturduğu nurlu kalplerle apaydın olacaktı. Zaten Mus’ab’ı Medine’ye, Talha’yı Dûmetü’l-Cendel’e ve daha sonraki yıllarda, Berâ ve Halid’i Yemen’e sevk eden aynı duygu ve düşünce değil miydi?
Bazen bir sahabi gittiği yerde muvaffak olamazsa, Allah Rasûlü, onların yerlerini değiştiriyor ve bu değişiklik de muhakkak surette, müsbet ma’nâda tesirini gösteriyordu. Meselâ, Halid b. Velid, irşad adına gönderildiği Yemen’de çok muvaffak olamadı. Allah Rasûlü, daha sonra oraya Hz. Ali’yi gönderdi. Halid’i de Necran’da Hristiyanların bulunduğu bölgeye tayin etti.
Berâ b. Azib, bu hâdiseyi bize şöyle naklediyor:
“Halid’le günlerce Yemen’de kaldık; Ali gelinceye kadar kimse bize inanmadı ve saflarımıza dahil olmadı. Ancak Hz. Ali’nin gelişiyle her şey birdenbire değişiverdi. İnsanlar, bölük bölük İslâm’a girmeye ve müslüman olmaya başladılar.”220
Evet, Yemen’de Hz. Ali muvaffak olmuştu. Zira O’nun Allah Rasulü’yle uzun bir geçmişi vardı. Ayrıca O, Hz. Hasan ve Hüseyin’den gelen altın halka ve kıyamete kadar gelecek bütün kutupların, mukarrebinin, evliya ve asfiyanın babaları durumundaydı. Bugün dahi, hak ve hakikat onların himaye kanatları altında temsil edilmektedir. Ve işte bu Hz. Ali, bütün Yemen’i, yürekleri eriten sözleriyle fethediyordu ki, gün gelip Mekke fethedilince bunların hepsi gelerek İslam’a iltihak edeceklerdi.221