_____ Cemil Tokpınar______


Huzur-u daimî nasıl kazanılır?


Büyük mutasavvıf ve vahdet-i vücud mesleğinin güneşi olan Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, kelâm ilminin kutuplarından olan Fahreddin-i Râzî’ye bir mektup yazar. Muhyiddin-i Arabî genç ve heyecanlı bir kişi. O sıralarda ömrünün baharını yaşıyor. Fahreddin-i Râzî ise kemal yaşlarında ve her geçen gün kabre yaklaşıyor. Mektubunda, “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır” der genç mutasavvıf. Bedîüzzaman Hazretleri Barla’da iken kendisine sual ederler. “Bu ifâdenin maksadı nedir?” derler, “Niçin Muhyiddin-i Arabî böyle diyor?” O da, 22. Söz’ün önsözünde zikrettiği bir misale dikkat çekerek, burada tevhid-i zâhirî ile tevhid-i hakîkîyi anlatan temsilin maksada işâret ettiğini belirtir.

Ayrıca, 32. Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarına dikkat çeker. Sonra şöyle devam eder: “İlm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir; hem de huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın cadde-i nûrânisinde bir elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.”

Demek ki, Muhyiddin-i Arabî o cümlesiyle, “her an Allah’la beraber olmak” demek olan “huzur-u dâimî”yi ihtar ediyor. Ona göre, kelâm usûlüyle kazanılan mârifet, yani “Allah bilgisi” çok yetersiz. Çünkü, “Allah’ı bilmek”, çok geniş, mutlak ve “Allah’ın varlığını bilmek” mânâsını da içinde taşıyan bir ifâde. “Allah’ın varlığını bilmek”, “Allah’ı bilme”nin en temel, en birinci ve en asgarî şartıdır. Ancak “biricik” şartı değildir. Çünkü “Allah’ın varlığını bilme”de temel espri, “vücud” sıfatına dayanmaktadır. Oysa Allah’ın bu sıfatının dışında başta ilim, kudret, irâde olmak üzere o kadar çok sıfatı vardır ki, bunlar ancak “Allah’ı bilmek” ifâdesiyle belirtilebilir.

İsterseniz, tekrar bu suali cevaplarken dikkat çekilen 22. Söz’ün mukaddemesine dönelim. Burada tevhid, “zâhirî” ve “hakîkî” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Misal olarak bir şehre bir zâtın çok fazla malı gelmesi durumunda bunun iki şekilde o adama âit olduğunun bilinebileceği, bunlardan birisinin, “Bu kadar çok mal ancak onun olabilir” şeklindeki cahilce ve kabaca bir yol olduğu, ikincisinin ise, “her mal üzerindeki yazı ve mührün okunması” usûlüne dayandığı anlatılır. Tevhid-i hakîkînin ikinci usûle benzediği belirtilerek, bu tür bir tevhid, “herşey üzerinde Allah’ın mührünü görmek, herşeyde O'nun varlığına pencereler açmak ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde hiçbir ortağı olmadığına inanmak” temeline dayandırılır. Neticede böyle bir tevhidin, “huzur-u dâimî”yi kazandıracağı müjdelenir. Daha sonra böyle bir tevhidi kazandıracak deliller zikredilmeye başlanır.

32. Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarının özelliği de, 22. Söz’le aynıdır. Burada da, tevhid-i hakîkîyi kazandıracak geniş ve çok yönlü deliller zikredilir. Üçüncü Mevkıf’taki, “Herşeyden Cenâb-ı Hakka karşı pencereler hükmünde çok vecihler var” ifâdesi de dikkat çekicidir.

Burada delillerin “herşey” gibi istisnâsız ve mutlak bir ifâdeyle belirtilmesi, ayrıca bu delillerin, “çok vecihler” ifâdesiyle dallandırılması mühimdir. Demek ki, kâinattaki sayısını bile bilemediğimiz herşey, bir değil binler dille Allah’a delil olmaktadır.

Risâle-i Nur’daki tevhid-i hakîkîyi kazandıran bölümler hiç şüphesiz 22. ve 32. Söz’den ibâret değildir. 20. Mektub ve 7. Şuâ olan Âyet-ül Kübrâ da birer tevhid denizidir.

7. Şuâ’da “tevhid” için, “en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir farîza-i fıtriye ve bir ibâdet-i îmâniye” denilmektedir. Böyle mükemmel sıfatlarla tavsif edilen “tevhid”in, fıtrî bir farz ve îmânî bir ibâdet olması, onun herşeyden mühim olduğunu gösteren en büyük delildir. Bediüzzaman Hazretleri, bu ifâdelerin devamında ise şöyle der:

“Aradığımız hakîkî tevhid, yalnız tasavvurdan ibâret bir mârifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve mârifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakîkî öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, her bir şeyle Rabbini bulabilir ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz.”

Buradaki huzurdan kasıt da yine mevzumuz olan “huzur-u dâimîdir.” Demek ki, huzur-u dâimîyi kazanmanın yolu “herşeyde Allah’a giden birçok yollar bulmaktır” ki, bu da mükemmel bir “tefekkür programı” taşıyan Risâle-i Nur’u okumak ve anlamakla mümkündür. Ne kadar çok okunsa, ne kadar iyi anlaşılsa o kadar mârifet-i İlâhiyede ve huzur-u dâimîde mesafe kaydedilir.

Burada Risâle-i Nur’u anlamanın zorluğu söylenebilir. Ancak bazı kurallara uyularak okunduğunda, bu eserleri anlamak çok kolaylaşır. Kişi kendi durumuna göre zorluk çekse bile, aldırmamalıdır. Haşir Risâlesinde, “Deme, ‘Niçin bu 10. Sözü birden tamamıyla anlayamıyorum’ ve tamam anlamadığın için sıkılma” diyen Bediüzzaman, “O derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükretmeliyiz. Çünkü îmânımızın kurtulmasına kâfi gelir” müjdesini vermektedir.Bu müjde için her türlü zorluğa katlanmak gerekmez mi?


Yeni Asya, 10 Ocak 1998

--------------------------------------------------------------------------------