_______Canan Karataş_____

MEZARLIK SENFONİSİ


Mezar, ekser insanların duymak ve hatırlamak istemediği bir kelimedir genellikle. Elini sürdüğü, dokunduğu mezar taşı, canından çok sevdiği bir yakının da olsa yine de buzz gibi...

İnsanların inşa ettikleri mezarlar dünyevîleşmiş kalpler kadar taşlaşmış. Sımsıcak bedenin konduğu yer, buz gibi mermerlerle kaplanıyor. Önceden sadece mezar olduğunu belirtmek için bir iz bırakılan kabir topraklarının üzerleri şimdi mermer lahitlerden bir şehre dönüşmüş. Dünyevîliğin çamuru bir parça buralara da bulaşmış yani. Geride kalan bazı insanlar “ene”lerini tatmin edip ille de dünyayı güzel görmek için kendilerine göre kabir kapılarını büyükçe sütunlarla süslemişler. Tabii o süslü taşların ilgi çekici cazibesiyle nazarları taşlara bağlayıp, kabrin asıl yüzünü saklamaya çalışmışlar, ama güneşi üflemekle söndüremedikleri gibi ölüm gerçeğini de gizleyememişleri bir türlü.

Bu azametli şehrin ahalisi ise ehl-i kubûr. Ve ara sıra yakını varsa ziyarete gelen, sayısı çok az da olsa tefekkür için gelen insanlardan müteşekkil. Bu şehir öyle dizayn edilmiş ki (husûsen Ankara’da özel arabanız yoksa üç vasıta değiştirerek bu manevî metropol şehri ziyaret edebilirsiniz. ) insanların yaşadığı yerlerden çok çok uzak. Bir zamanlar Osmanlının ahlâkını çökertmek için girişilen güzellik yarışmaları oyununun bir değişiği bu. Nasıl mı? “lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz” emr-i nebevîsini zihinlerden sökmek istercesine bir oyun. Osmanlı zamanında mezarlıklar şehir merkezlerinde olurmuş. Şimdi acaba neden şehir dışlarında mezarlıklar? Fıtratlarda bulunan ebediyet arzusunu bir nevî dünya ile tatmin etmeye çalışmak mı acaba bu? Ebediyet arzusuna gem vurulamayacağını anlayanlar her an insana ölümü hatırlatan mezarlıkları gözden uzağa kurarak bu dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Mezarlıkları şehir dışına kuranlar da yerin altına girmedi mi?

Mezarlıkta yakınımız yoktu ama biz mutad olarak yapmaya çalıştığımız mezarlık ziyaretimizi yapmıştık. “Haşir Risâlesini okuya okuya ahiretin sokaklarını tanır oldum” diyen bir üstadın talebesi olmaya çalışan bizler, gerçi mânen o sokaklarda dolaşamasak bile hiç değilse maddeten oralarda bulunup bir parça o alem-i ahireti hissetmeye çalışmıştık. Dönüşte bize “nereleri gezdiniz diye soran arkadaşımıza “”bilâtereddüt “mezarlığı” deyiverdik. Hadi ya dalga geçmeyin de söyleyin dedikleri zaman bizden yeniden aynı cevabı aldıklarında büyük bir şaşkınlıkla “siz kafayı mı yediniz? Yâhu yok yok siz uzaylısınız.” Demişlerdi. Bir mezarlık tefekkürü ardından böylesine traji- komik bir hadise. Öyle ya gençler bir araya gelince belli yerler vardır dolaşmak için gidilen. Parklar, çarşılar, çay bahçeleri dururken ölü mezarları ziyaret etmek de nereden çıkmıştı.

Bazen de gece bir mezarlığın yanından geçerken birisi patavatsızlık edip “haydi! Mezarlığı dolaşalım” diye söylese, hemen “anne!.. ben çok korkarım saçmalamayın” nidaları yükselir. Dirilerden korkacağımıza ölülerden korkuyorduk. İnsan yaşayacağı yerden ilerdeki evinden korkar mı hiç? Aslında ölüler de değildi korktuğumuz, ölüm hakikatinin kendisiydi gerçekte. Dünyanın sûrî güzelliğinden ayrılmak korkutuyordu bizi. “ene” miyop olduğu için akıbetini görmek istemiyordu belki de.

Ama olayın bundan da tehlikeli bir boyutu daha vardı. O da mezarlıktan korkmamak. Fakat öyle bir korkusuzluk ki, cehaletten gelen bir cesaret. Yani; geçenlerde bir arkadaşım anlatmıştı. “İstanbul’da bir gece ibret için Haliç’e bakan Karaca Ahmet mezarlığında dolaşırken romantik bir ortam olduğunu zannederek o karanlıkta mezar taşlarına oturup gayr-i ahlâkî bir tarzda Haliç kıyılarını izleyen bir çift” aman Ya Rabb’im! Ne kadar dehşetli bir hadise hemen altındaki gireceği kabri göremeyecek kadar hevâsının esiri olmuş ehl-i dünya.

Mimsiz medeniyet insanları o kadar hissizleştirmiş ki; ılık nefesini hemen enselerinde hissetmeleri gereken Azrail (as)in değil nefesini, kendisini dâhi hatırlamaz olmuşlar. İşte bütün bu dehşetli vak’alar hâdisâta ve eşyaya bakışımızın ne kadar “deniyet”leştiğini hatırlatır olsa gerek bizlere. Ne zaman ki kainattaki an be an bütün azametiyle devam eden ölüm hakikatine imânî bir nazarla bakıp mezarlıklar bize bir rehber gibi ahiret caddelerini tanıtır hâle gelir. Ve bununla birlikte nazarımızda bir gül bahçesine dönüverir oralar işte o zaman duyarsın mezarlıklardan yükselen ilâhî senfonileri. Ve anlarsın dünyanın ne kadar çirkin kaldığını ahiretin yanında.

Bir tırtılın kozaya girip, kelebek olarak çıktığını hayretle izleyen kendilerini “akıllı” zannedip “akılcı” geçinenler, nedense bir türlü kendilerinin de beyaz bir kozaya bürünüp sonra da kelebek gibi tekrar yaratılacağına inanmak istemezler...

--------------------------------------------------------------------------------