Kulübe...

Altı ay kadar sonra, bana kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir yerdi. Ben ilk altı yedi ay, hep müdüriyette kaldım. İş oturuncaya kadar sırtımı yere koymadım, diyebilirim.

Kulübemi çok seviyordum. Küçük bir yerdi. Uzansam ayaklarım duvara değerdi. Helası, lavabosu yoktu. Ellerimi dışarıdaki bir bidondan yıkıyordum. Fakat bu küçük oda, beni doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi; fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapmıştı. Bir han gibi işlerdi orası... Bazan Ali Rıza Güven Bey, Sacid Bey ile beraber, bazan Saffet Solak Bey bazan da bir başkası gelirdi. Ben de hususi çay yapar ve ikram ederdim. Ali Rıza Güven Bey, o tatlı sesiyle telefon eder ve "Hocam, çay hazır mı?" derdi. Veya ben açardım telefonu "Ağabey, çay hazır" derdim. Gelirdi. Evliya gibi bir insandı.

O zaman bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaazetme selahiyeti verdiler. Bir iki defa Antalyâ ya gittim. Ancak tanınmamış bir insan olduğumdan ve işin temelinde o yörelerin vaaz u nasihata karşı alakasızlıklarından dolayı, sohbetlerimin çok yararlı olduğunu söyleyemem. Yine Allah (cc) bilir...

O sıralarda İzmir ve Aydın yöresinde Tahir Hocaefendi tanınıyor ve alaka da görüyordu. İzmir'e geldiğim ilk yıl ben Aydın'a da gitmiş hatta üç-dört gün kalıp vaaz da etmiştim. Ancak orada da bir anlayış görmedim. Onları, bizim konuşma tarzımıza ve bizim düşüncelerimize karşı kapalı buldum.

Ödemiş ve Tire biraz daha farklıydı. Tire'ye birkaç defa vaaza gittim. Oradaki arkadaşlar da hep geliyordu. Ancak bazı kimselerde kendini her şey görme gibi marazi bir ruh hali vardı. Mesela, vaazdan sonra oturmuş sohbet ediyorduk. Ben iman ve Kur'an hakikatlarına dair bir şeyler söylerken, oradakilerden biri "Sen onları bırak, sahabeden bahset, onları biz biliriz" gibi laflar etti. Ne o zaman ne de daha sonra bu arkadaşlara mukabelede bulunmadım.

Salihli'ye de giderdim. Yakın olduğundan Turgutlu'ya gitmem daha sık oluyordu. Denizli'ye de gittim. O devrede değil ama Ispartâ ya da gittim. O sene, ertesi sene, kış olmasına rağmen Simav, Gediz ve daha uzak yerlere gidip sohbet edebiliyordum.

Sıkı Program

Bir taraftan da İzmir’in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordum. Aynı zamanda gitmeye çalışıyordum. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordum. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordum. Demek ki bünyem mukavemetli imiş, dayanabiliyormuşum. Mesela, cumartesi gidip bir yerde vaaz veriyordum. Geceyi yolda geçiriyor ve ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor ve hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçiriyor, derken ertesi sabah derse yetişiyor talebeye ders veriyordum. Böyle sıkı bir program ve yüklü bir çalışma tempom vardı.

Önceleri gidip-gelmeleri umuma ait vasıtalarla yapıyordum. Daha sonra, Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmud'la tanıştık. Onların da arabaları yoktu. Ama onlar araba kiralar ve gideceğimiz yerlere öyle giderdik.

Köse'yi Aksekili diye, Ali Rıza Güven Bey getirip tanıştırdı. Gayesi de bunların Kestanepazan'na yardım etmelerini temin idi. Aradan iki üç sene geçince, üç-dört taksilik insan olduk ve gidişlerimizi konvoy halinde yapmaya başladık...

Nur Talebeleri

Bana ilk sahip çıkan Mustafa Birlik Bey oldu. Yusuf Pekmezci Bey ise, dıştan bir insan, cami cemaatından biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sanlır ve alnımdan öperdi. Mehmed Metin, Hüseyin Çağdır, Sami Bey de alaka gösterdiler. Sami Bey kısa bir müddet, Güzelyalı'daki yurtta da idarecilik yaptı. Bunlar eski Nur talebelerindendi ve iman hizmetine yürekten gönül vermiş hasbilerdi.

İzmire ilk geldiğim günlerde Sungur Ağabey de gelmişti. Bana: "Fethullah kardeş, burada hiç evimiz yok. Bir ev açalım. İzmir büyük bir yer" demişti.