KÜLTÜR MİRASIMIZIN TEMEL KAYNAKLARI-2
2- Sünnet
Sünnet, Fıkıh ıstılahında, Cenab-ı Peygamberin (s.a.s) söz ve hareketleri ile, yapılmasını emrettiği veya işaret buyurduğu hususların bütünüdür. Bir diğer yaklaşımla o, Efendimiz tarafından farz veya vacip olduğu belirlenmeyen, bazen de terk edilebilen, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (s.a.s) söz, fiil ve davranışlarıdır ki, ibadet kabilinden olanlara “Sünnet-i Hüdâ”, âdet-i seniyyeleri cümlesinden bulunanlara da “Sünnet-i Zevâid” denir. Usûlcüler ise meseleye daha farklı yaklaşarak, onu, sözlere, fiillere, takrirlere bağlayıp, sözlerle sübut bulanlara “Sünnet-i Kavliye”, fiillerle ortaya konanlara “Sünnet-i Fiiliye” ve yapıldığını gördüğü halde, işlenip işlenmemesi konusunda sükût buyurduğu hususlara da “Sünnet-i Takrîriye” demişlerdir ki, hemen her bölümü ile, amele müteallik bulunanlardan ahlâkla alâkalı olanlara, terbiye ve âdâb etrafında şerefsüdur olmuş nurefşân beyanlardan, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi istikametinde ortaya konmuş düsturlara kadar, çok geniş bir alanda, gözlerimize ve gönüllerimize ziya çalan öyle tükenmez bir kaynaktır ki, asırlardan beri insanımızın, bu bereketli kaynaktan beslene beslene canlı bir Sünnet örneği haline geldiği söylense yeridir.
Evet Sünnet, ister teşrîdeki alanının genişliği, ister farklı yorumlara açık esnekliği sayesinde, Kur’ân tefsirinden fıkha, itikadî meselelerden ahlâka, zühd ü takvâdan ihlâsa açılan çerçevede, öyle feyyaz bir kaynak olagelmiştir ki, başka bir din, başka bir millette bu ölçüde bereketli bir kültür hazinesinden bahsetmek mümkün değildir. Ancak biz, şimdilik bu önemli konuyu da, o alanlarla alâkalı yazılmış ve yazılacak kitaplara havale edip, diğer bir hususa geçmek istiyoruz.
3- İcma
İttifak, kast, azim ve mutabakat mânâlarına da gelen icmâ; aynı asırdaki İslâm müctehidlerinin dînî bir meselede ittifak etmeleri demektir ki, bu ümmete mahsus bir mazhariyettir. İcmâ, herkesin ve hele sıradan insanların işi değil; o, herhangi bir konuyu aslî deliller itibarı ile tespit edip değerlendirebilecek güçteki uzmanların, o mevzû ile alâkalı mutabakatlarıdır. Avamın herhangi bir mesele hakkında anlaşmaya varması icmâ sayılamayacağı gibi, şer’î delillere muhalif herhangi bir meselede de icmâ söz konusu değildir. Evet, Şâriin vaz’ettiği nasslarla, bilinmesi zarûrî olan mevzûlarda icmâ hükümsüz olduğu gibi, varlığın hudûsu (sonradan yaratılma) türünden konularda da o, geçersizdir. Keza, Allah’ın varlığı, birliği, peygamberlik hakikatının sübutu gibi hususlar da, icmâın cereyan sahasının dışında kalırlar. Ayrıca, anlaşılması Şâriin tasrihine bağlı bulunan, âhirete ait ahvâl, kıyamet alâmetleri, ötedeki nimet ve azap çeşitleri.. gibi mevzûlarda da icmâ söz konusu olamaz.
“Ümmetim, dalâlet üzerinde ittifak etmez” şeklindeki Peygamber işareti ve “Yedullahi maa’lcemâa” gibi.. cemâatin husûsî bir ilâhî te’yide mazhariyetini ifade eden beyanlar, icmâın hücciyetini vurgulayan hususlardan sadece bir ikisi…
Zeydiye’nin bu konuda farklı mütalâaları, Şia’nın değişik yorumları ve Zâhirîler’in onun geçerliliğini belli bir zaman dilimine inhisar ettirmeleri, bu önemli kültür kaynağının esasına dokunacak nitelikte güçlü muhalefetler sayılmazlar. Ne var ki, onların itirazları ve bu itirazlara karşı çoğunluğun verdiği cevaplar da hafife alınacak gibi değildir. Ancak bütün bunlar, bu yazının istiab haddini aşacak ölçüde birer kitaplık konulardır ve bugüne kadar da defaatle ele alınıp işlenmişlerdir. Biz burada icmâı, sadece kültür mirasımızın bir kaynağı olarak hatırlatmak istemiştik, o kadar…
4- Kıyas
Bir şeyi diğer bir şeyle ölçüp, ortak bir değer ve hükme bağlama mânâlarına gelen kıyas; ıstılahta, bir konu ve bir amel ile alâkalı hükmü, onun dengi, benzeri başka bir konuda da ortaya koymak demektir. Usûl-ü Fıkıh’ta (Fıkıh Metodolojisi) birinci meseleye “makîsun aleyh” veya “asl”, ikinci meseleye de “makîs” veya “fer’”, bu iki mesele arasındaki ortak noktaya, diğer bir ifade ile, “vech-i müşâbehet”e de “hükmün menâtı” denir ki, bu çerçevede tanımaya çalıştığımız kıyas, Kitap ve Sünnet’teki zaman ve mekân üstü potansiyel zenginliğin önemli bir açılım alanını teşkil eder. Evet kıyas, değişen zaman ve mekânlara bağlı muhtemel ihtiyaç boşluklarına karşı, Kitap ve Sünnet’in referansı çerçevesinde her zaman başvurulabilecek öyle zengin bir kaynaktır ki, onun söz konusu olduğu yerde kat’iyen çareler bitmez.. ve bu açılım kapısı, ehil olanlara her zaman ardına kadar açıktır.
Bazen birbirine münasip ve müşabih konularda “vech-i müşâbehet” dediğimiz ortak nokta fevkalâde açıktır ve konuyla az bir mümâresesi olan herkes, bu benzerliği hemen anlar ki, metodologlar, buna “kıyas-ı celî” diyegelmişlerdir. Bazen de, “makîs” ve “makîsun aleyh” arasındaki ortak nokta hemen anlaşılmayacak ölçüde kapalı olur; kapalı olur ve araştırmaya, tetkike ihtiyaç duyulur; hattâ bazen alternatif menâtlar bile söz konusu olabilir ki, buna da “kıyas-ı hafî” demeyi uygun bulmuşlardır.
Böyle her iki cenahıyla da hem bir genişlik, hem de zenginlik ifade eden kıyasın, ceza hukukunda –ona başvurmak, cürüm ve ceza ihdas etme mânâsına geleceğinden– hücciyeti söz konusu değildir. Bu kabil özel durumların dışında o, hemen her zaman müracaat edilebilecek önemli bir bilgi kaynağıdır. Ve fakihlerin büyük ekseriyeti tarafından hücciyeti üzerinde ısrarla durulmuştur. Biz şimdilik, onun da, mücelletlik bir konu olduğunu vurgulayıp geçelim.