Kendi Güzelliğiyle Geceler
Varlık ve hayata dâyelik yapmasının bilinmesi ölçüsünde, bu gerçeğe uyanmış gözler için, geceler daha bir derinleşir, güzelleşir ve âdetâ bir hülyâlar âlemine inkılâp eder.
Gündüzün olmadığı yerde gece, gecenin olmadığı yerde de gündüz soğuk, sevimsiz, monoton ve bıktırıcıdır. Zaman, bu siyah, beyaz mekiklerle varlığını örer ve varlık onların kolları arasında renklerin en çarpıcılarını elde ederek kusursuzluğa ulaşır.
Zamanın, o içten sükûnetine benzeyen gecelerin zahirî durgunluğu insanı aldatmamalıdır. Bu sükûnet ve sessizlik içinde, en hummalı faaliyetlerden daha önemli büyük plânlar, büyük projeler ve bu büyük plân ve projeler için gerekli olan gerilim ve dinamikler teşekkül etmektedir.
Bazılarına göre geceler, bir sis, bir duman gibi insanların üzerine çöküp onları bunaltan, boğan karanlıktan başka birşey değildir. Bazılarına göre ise, yeryüzünde durup yıldızları, mehtabı seyrediyor gibi iç açıcı, coşturucu ve Cennet koridorlarında yürümek kadar heyecân verici olur.
Dört bir yanda mışıldayan suları, yer yer ışıldayan lambaları, gelip gelip ruhları saran hülyâları ve tohumlar gibi hülyâların bağrına saçılan inanç, azim, ümit ve güzellik duygularıyla, şiir ve san’atın bütün unsurlarını toplayarak hâtıralarda silinmez birer edaya ulaşan geceler, göğün renklerinin, suların seslerinin, kuş çığlıklarının akıp akıp ruhlara dolduğu, hayat ve varlığın daha bir muammalaştığı, derinleştiği bir sır âlemidirler âdetâ...
Işık, varlık, hayat ve kudret elinin tabiatın çehresine saçtığı daha binlerce güzellik, birer tohum gibi gecenin bağrında uyanır, gecenin derinliklerinde mayalanır, gecenin memelerinden eme eme büyür, gelişir ve ortaya çıkar.
Bence, hayatın asıl mûsikîsi hep gecelerde bestelenir, gecelerde söylenir, gecelerin hüzünlü saatlerinde tonunu bulur ve karanlığın ışığı sardığı “an”lardaki en mevhum manzaralardan, bu manzaraların meydana getirdiği hayâlleşmiş şekillerden doğar.
Yıllar var ki, bu millet hep böyle bir gece yaşadı. Ruhlara üflediği kederi, tasasıyla; gönüllere ilham ettiği ümidi, azmi ve sevinciyle böyle bir gece...
Bazıları onda, sadece karanlık gördü, kapkaranlık düşündü; geceye yenildi ve elendi. Bazıları, duyup dinleyeceği sesleri, görüp seyredeceği manzaraları bir tarafa bırakıp, dikenler arasında saksağan sesleriyle meşgul ola ola ömrünü tüketti. Bazıları da, gecenin o derin ve mahrem fısıltılarıyla ruhuna seslenmesini, bütün ruhlara hitap etmesini, bütün insanî hisleri Ezel’in o mehabetli mesajlarıyla uyarmasını bildi ve gecesini Cennet’in gündüzlerine çevirdi. Bu bahtiyar gönüller, bir taraftan ihtiyaçları, arzuları, hatta hayâllere akseden istekleri görüp gözetirken, diğer yandan da, buna karşı koyan karanlık ruhları, içine düştükleri his dünyâsında zabt u rapt altına almak, menfî akım ve direnmeleri te’sirsiz hale getirmek.. hiç olmazsa, değişik buudlardaki düşmanlıkları yumuşatmakla ruhlarının gücü, îmanlarının derinliği ölçüsünde herkese aydınlık gelecekten besteler sunmağa çalıştılar. Zaman zaman içlerinin derinliklerinden fevkalâde yakıcı ve nefes alış-verişleri andırır mahiyette ürperten birer inilti; zaman zaman da, çığlığı andıran nağmeler halinde, intizamlı intizamsız ve mûsikîde olduğu gibi, yarım ses, çeyrek ses, hatta bazan sırasız, düzensiz; fasılaları yarım süren, aralardaki sükûtlarla noktalanan ve bir feryad şeklinde yankılanan seslerinin; içiçe dâireler gibi eklenişleri, çoğalışları, değişip başkalanışları, birleşip tek ses halinde gelişleri; sonra da rezonans noktasına ulaşarak karanlıkları yırtıp ötelere varışlarıyla, yürekleri hoplatan öyle bir orkestra çıkarırlar ki, gecenin tavanı delinir, duygular, hisler bu menfezden dışarıya kayar ve sonsuza ulaşırlar.
Evet, gece, muzdarip ve çilekeşlerin, ızdıraplarını, içinde besteleyip, gönül mizmarıyla seslendirdikleri, öylesine muhteşem, öylesine sırlı bir konservatuvardır ki, içinden yükselen sesler, bir solukta gökkubbeyi deler, tâ ötelere geçer. Ama ne gariptir ki, gecenin örtüsüne bürünenlerin pek çoğu ne bu sesi duyar ne de etrafında olup bitenlerden birşey anlar... Duyup anlamaz; zira, onların nazarları vefasız, niyetleri ölü, düşünceleri eğri, kanaatleri de çarpıktır.
Varlığı duyup hissetmek, ona ait güzel ses ve güzel manzaraların; gözleri, gönülleri doldurup ruhlarına nüfuz etmesine, eşyâyı tanıyıp onunla bütünleşmeye, kalbin kadirşinas ölçüleriyle herşeyi kurcalamaya, daima uyanık ve duyarlı olmaya bağlıdır. Bu âşina ve duyarlı ruhlar, akan çaydan esen yele, yağan yağmurdan hışırdayan ağaç yapraklarına, gözlerin içine giren minik ışık hüzmelerinden semânın derinliklerindeki dev ışık kaynaklarına kadar herşeyi derin bir tecessüsle takip eder; varlığın ifâde ettiği manaları avlamaya çalışır; elde ettiği hakikatları vicdanın aydınlık ikliminde değerlendirir, derken bu aydınlık yolda yeni yeni düşünce buudlarıyla yeni yeni dünyâlara uyanır ve Cennet zevklerine denk hazlara ulaşırlar.
Bunların nazarında bütün varlık, manalarla, hislerle taşkın; söyleyen, anlatan, coşturan bir lisan olduğundan, gece olmuş, gündüz olmuş, karanlık olmuş, aydınlık olmuş farketmez... Vâkıa, zâhiren bir güneş kaybetmiş sayılırlar ama; ona karşılık, ruhlarına açılan pencerelerden, kendilerine şefkatle tebessüm eden ümitle göz kırpan milyonlarca yıldızla tanışma fırsatını bulmuşlardır.
Şimdi onlar, ufkunda güneşlerin kol gezdiği iklimlere doğru kanatlanmış giderken, yıldızlar arasında seyahat ediyor gibi ümitli ve neşeli; îmanlarında duyup, hayâllerinde canlandırdıkları cennetlerde geziyor gibi de tâli’lerine tebessüm ediyorlar.
Artık onlara göre; tavanı, tabanı inançtan, sevgiden ve rûhânî zevklerden meydana gelen geceler ve onlardan fışkıran sesler, soluklar; şöyle böyle sezilen hareketler, düşündüren sükûtlar hepsi de o kadar mûnis, o kadar rûha yakındırlar ki, insan bu zevkli refakati bir ömür boyu yaşasa hazzına doyamaz...
Uyuyanlar uyuya dursun, hakikata uyanmış ruhlar, bülbüller gibi seslerinin en te’sirli nağmelerini esirgemeden şakıyıp durmakta, güller gibi de çekinmeden kokularını dört bir yana salarak temiz ruhlara da’vetiyeler çıkaracak ve en karanlık gecelerde dahi, hiçbir gözün seçemiyeceği en müphem şeyleri, yine onların kendilerine has şive ve üsluplarıyla seçip ayırdedebilmekte ve gecelere gündüz damgasını vurarak Cennet’in aydın günlerini beklemeye koyuldular bile...