2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: İrşad

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart İrşad

    İrşad

    “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/104) âyeti inanan insanlara bir vazife, bir sorumluluk yüklemektedir. Yüklenen bu sorumluluk, tespitini bizzat Cenâb-ı Hakk’ın ya da O’nun vahyi doğrultusunda peygamberlerin veya bu iki ana kaynaktan istifade ile belli vasıflara haiz insanların yaptığı iyi ve kötü değerlerin, mutlaka ama mutlaka insanlara anlatılmasıdır. Bu vazife yeryüzünün en şerefli ve en kıymetli vazifesidir. Bundan daha kıymetli ve değerli bir vazife olsaydı, Allah seçkin kul olarak yarattığı peygamberlerini o vazife ile görevlendirirdi.

    Müfessirler genelde bu âyeti değerlendirirken bu vazifenin şer’î anlamda farz-ı kifaye oluşu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Âyette geçen minküm tabirindeki min edatının ba’ziyet anlamından hareketle söylenen bu hüküm, inanan her bir insanı derin derin düşündürmelidir. Zira günümüzde bu vazifenin farkında, idrakinde ve şuurunda olan kişilerin azlığı herkesin kabullendiği bir gerçektir. Bazı müfessirler buna ilaveten âyetin yüklemiş olduğu bu sorumluluğu yerine getiren bir topluluk yoksa, iyiliği emretme, kötülüğü menetme vazifesinin farz-ı ayn olduğunu belirtmektedirler. Bu ise mezkur vazifenin namaz, oruç, zekat vb. gibi ferdî mükellefiyetler alanına girdiğini göstermektedir.

    Evet, din âyette ifadesini bulan iyi ve kötü şeyleri belirleyen bir değerler manzumesidir. Bu anlamda iyiliği emretme, kötülüğü menetme, dini anlatma olarak yorumlanabilir. Istılahî anlamda buna, hükmünü farz-ı kifaye veya farz-ı ayn olarak belirlediğimiz tebliğ ve irşâd diyebiliriz. Gerçi bazıları tebliği Allah’a inanmayan kişilere, irşâdı da inanan ama olması gerektiği ölçüde onu yaşamayan ya da yaşayamayan kişilere karşı yapılan ameliye olarak nitelendirirler. Bu, kelimelere lugat mânâları esas alınmak suretiyle giydirilen ıstılahî anlamlardır ve doğruyu ifade etmektedir. Fakat biz tebliğ ve irşâd kavramını bu türlü teferruatı bir kenara bırakıp, genel anlamda kullanacağız. Evet, tebliğ ve irşâd umumî anlamda dinin anlatılması demektir. Yalnız bu vazifenin hayata geçirilişinde hemen her şeyde olduğu gibi dikkat edilmesi gereken aslî ve fer’î unsurlar vardır. Aslî unsurlar; tebliğ edilecek hakikatler, tebliğ eden, tebliğ edilen ve tebliğ usulleri olmak üzere dörde ayrılır. Fer’î unsurlar ise, bu dört ana esasa bağlı olan şeylerdir. Ezcümle tebliğin varlık gayemiz oluşu, tebliğ ile fert-toplum münasebeti, peygamber ve tebliğ, çile, ızdırap, ücret, duâ gibi hususların tebliğ ile ilişkisi, keyfiyet-kemmiyet dengesinin gözetilmesi vb. bütün bunlar tebliğin başarılı ve müessir olup-olmamasında birinci derecede rol oynamaktadırlar.

    Aslında tebliğ meselesine farklı zaviyelerden de yaklaşmak mümkündür. Şöyle ki; tebliğ ferdin Allah’a hakkıyla kul olmasını sağlayacak, Rabbisi ile irtibatını daimî tutacak ve onun îman ve İslâm’da kemâl mertebesine ulaşmasını temin edecek en önemli vesilelerden biridir. Abd, âbid, ibadet, ubudiyet, ubudet gibi kavramlarla anlatılmaya çalışılan hakikatler -ki bunların hepsini “Ben insanları ve cinleri sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56) âyeti çerçevesinde değerlendirebiliriz- bu noktada tebliğ hakikatinin içinde mündemiç bulunmaktadır. Yukarıda tebliği varlık gayemiz olarak nitelerken, buna işaret etmek istemiştik.

    Burada tebliğin içtimaî boyutu da mutlaka nazara alınmalıdır. İnsan içtimaî bir varlıktır. Hayatını insanlar içinde geçirmeye göre programlanmıştır. İnsanların birlikte yaşadıkları bir hayat ise, bir taraftan insanın had, sınır ve kayıt tanımaz duygu, düşünce, his, arzu, emel ve hırsları, diğer taraftan da dünyanın bir imtihan meydanı olması itibarıyla çeşitli kaide ve kurallara ihtiyaç duyar. Siyasî, iktisadî, ahlâkî, hukukî birçok alanda ortaya atılan “hukuk toplumu”, “fazilet toplumu”, “hukukun üstünlüğü”, “sosyal adalet” vb. yüzlerce kavram veya iktisadî, siyasî, ahlâkî doktrinler, hep bu ihtiyacın ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki özellikle son birkaç asırdan beri insanların büyük çoğunluğunun gafil olduğu bir gerçek, bunun en mükemmel bir biçimde ilâhî dinler tarafından insanlara bildirildiğidir. İslâm haricindeki dinlerin tahrif ve tebdil edildiği herkesin malumu olduğuna göre bu konuda yegane kaynağın İslâm dini olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zaten İslâm’ın Allah Rasulü (s.a.s)’nden bu yana geçirmiş olduğu ve dinin hakkıyla hayata hakim kılındığı zaman dilimleri bunun en büyük göstergesidir.

    Yeryüzünde özellikle son birkaç asır nazar-ı itibare alınarak Müslümanların tebliğ açısından durumu değerlendirildiğinde iki hususun mutlaka altı çizilmelidir. Bir; Müslümanların Osmanlı’nın duraklama dönemine girişinden sonra kaybettikleri konum ve bunun tabiî bir uzantısı olarak ister düşünce, ister iktisadî, siyasî, kültürel hatta ahlâkî alanlarda güçlü ve kuvvetli olan devletlerin tesiri altına girmesidir. Öyle ki, bu tesir gün gelmiş, Müslümanın sahip olduğu elmas, pırlanta hüviyetindeki değerlerinden dahi şüphe etmesine ve bazıları itibarıyla ondan hızla uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bu arada tabiî ki bu umumî havanın tesirine girmeyen insanlarımız da olmuştur. Fakat onların dini anlatma cehd ve gayretleri İslâm adına müsbet denilebilecek ölçüde bir kabullenme meydana getirmemiştir. Bunda çok çeşitli sebepler rol oynamıştır. Dini hakkıyla bilen insanların azlığı, tebliğ ortamının müsait olmayışı, dahilî ve haricî baskılar ve hepsinden öte asrın gerçeklerine uyanamamadan kaynaklanan eski metodların ısrarla kullanılması bu sebepler arasında sayılabilir. Şahsen ben İslâm âlemi olarak bugünkü duruma düşmemizde asrın gerçeklerine uyanamama faktörünün, diğerlerine nispetle daha müessir bir rol oynadığına inanıyorum. Bu konuda M. Âkif’in “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” mısraında ifade ettiği ufuk yakalanabilseydi, bugünkü durum çok daha değişik olabilirdi zannediyorum. Meselâ, tebliğ ve irşâd işi, genel geçer prensipler doğrultusunda şahıs, mekân ve zaman unsurları gözetilerek kurumsallaştırılabilseydi, dini anlatmayı gâye-i hayal edinmiş tebliğ erleri küçük ve büyük çapta hayatın çeşitli alanlarında organizasyonlar kurabilseydi, günümüze kadar gelen tarihî İslâm yorumlarından istifade ederek aslî kaynaklara inilip yeni yorumlamalar yapılsa ve bunlar hayata geçirilebilseydi.. evet bütün bunlar olsaydı neticenin bugünkünden farklı olması muhakkaktı.

    Altı çizilmesi gereken ikinci husus ise; tebliğ erlerinin tebliğ ettikleri hakikatleri yaşamamasıdır. Halbuki Kur’ân’ın bu konudaki hükmü gâyet açık ve nettir. “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz! Allah katında en büyük günah yapmayacağınız şeyleri söylemenizdir.” (Saf, 61/2-3). Buna rağmen tebliğ erlerinin böyle yapması Hocaefendi’nin tesbitleri içinde “... vahyin bereketinin kesilmesine sebeptir. Vahyin bereketi kesildiğinde de düşünceler tutarsız, muhakemeler yetersiz, sözler kuru ve yavan hâle gelir” ki, tebliğ edenin bu sıfatlara haiz olduğu bir vasatta ne ferdî, ne de içtimaî kabullenmelerin olması mümkün değildir. Zira bu Allah’ın kanunlarına terstir.

    Ayrıca bahsini ettiğimiz bu hususu, sadece bire bir ilişkiler alanına hasretmek doğru değildir. Aynı şey içtimaî ve düvelî alanda da geçerlidir. Gerçekten asırlardan bu yana Asr-ı Saadet ölçüsüne denk olmasa da onların daha altında bir seviyede olsun, İslâm’ı hakkıyla temsil eden ne bir topluluktan, ne de bir devletten bahsetmek mümkündür. Bu ise, dini tebliğimize muhatap olan ve gerek ferdi, gerekse mensubu olduğu millet itibarıyla Müslümanlardan daha yüksek bir hayat standardına sahip olan insanların, İslâm’dan uzaklaşmalarına sebebiyet vermektedir. Hatta bu noktada şöyle de denilebilir; keşke bütün mesele İslâm’ın bahsi edildiği ölçü ve alanda yaşanmaması olsaydı. Zira yanlış yorumlar ve uygulamalarla İslâm dünyaya menfî bir şekilde gösterilmiş, bu da İslâm imajına çok kötü bir darbe vurmuştur. Bu ise tebliğde müspet anlamda mesafe almayı engelleyen bir faktördür.

    İşte elinizde bulundurduğunuz kitap, birkaç paragraf içinde farklı boyutlarına temas etmeye çalıştığımız tebliğ ve irşâd meselesini üç ayrı noktadan ele almakta ve bu alanlarda İslâmî temeller gösterilerek yeni açılımlarda bulunmaktadır. Burada İslâmî temellerin -ki bunlar âyet, hadîs ve ümmetin kabulüne mazhar olmuş ulemanın bu kaynaklara getirdiği yorumlardır- gösterilmesi, İrşâd Ekseni kitabının kıymetler üstü kıymetine ayrı bir değer katan unsurdur.

    İrşâd Ekseni kitabı aslında M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 1980 öncesi vaizlik yıllarında müeyyidât serisi “İslâm’da Tebliğ Usulü” adlı vaaz silsilesinin yazıya geçirilmiş hâlidir. Bantlar daha önceki kitaplardaki takip edegeldiğimiz usul üzere önce deşifre edilmiş, sonra “imkân nispetinde” yazı diline çevrilmiş ve peşi sıra bunca yoğun işine rağmen Hocamız’ın küçük bir tashihinden geçmiş ve nihâyet format, tahriç, fihrist ve indeks çalışmaları yapılarak baskıya sunulmuştur.

    Kitap, Tebliğin Analizi, Tebliğde Usul ve Prensipler ve Tebliğ İnsanının Ruh Portresi olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. Her bir bölüm kendi içinde muhtevasına göre çeşitli ara başlıklarla bölünmüştür. Muhtevaya verilmek istenen mesajı tam anlamıyla yansıtamayabilir endişesi ile üsluba çok fazla müdahale edilmemiş, bu da kitabın bazı kısımlarında vaaz havasının hissedilmesine sebep olmuştur. İrşâd Ekseni kitabının vaazlardan derlenen bir kitap olduğu bilindiğine göre, bunda bir mahsur olmasa gerektir.

    Son olarak, kitabın genel özellikleri ve ehemmiyetine dair iktibaslarla bezelî düşüncelerimi maddeler halinde sizlere arz etmek ve bu düşünceleri sizlerle paylaşmak istiyordum. Bu gayeye matuf, yaklaşık 20 madde tespit ettim. Fakat daha sonra bunların muhterem Hocam’ın kitabın muhtevasını 25 madde halinde gâyet veciz bir biçimde özetlediği sonuç kısmındaki bilgilerden çok farklı olmadığını gördüm ve vazgeçtim. Zira bu sözü uzatmadan öte bir mânâ taşımayacak, sizlerin çok değerli vakitlerini israf etmeye sebebiyet verecekti.

    Evet, İrşâd Ekseni kitabı iyiliği emretme, kötülükten menetme gerçeğinin İslâm’ın müeyyidât kısmı içinde mütalâa edilmesi gerektiği tespiti üzerine kurulu, orijinal tespit, yorum ve Asr-ı Saadet kaynaklı misallerle süslü, tebliğ erinin eline verilen altın gibi ölçü ve teknik bilgilerle dolu, tebliğin siyaset üstü olması, yelpazenin bütün insanlığı içine alacak ölçüde geniş tutulması gibi, asrın gerçeklerine işaret eden özellikleri dikkati çeken ve irşâda özellikle günümüzde farz-ı kifaye ve farz-ı ayndan öte farzlar üstü bir farz olduğu hükmünü veren bir kitaptır. Muhterem Hocaefendi’nin ifadesiyle, İrşâd Ekseni irşâd erlerinin cep kitapçığıdır ya da öyle olmalıdır.

    Sizleri kitapla baş başa bırakırken, yukarıda da ifade ettiğim gibi yoğun mesaisi içinde İrşâd Ekseni kitabını küçük de olsa tashih etme lütfunda bulunan muhterem Hocamız’a teşekkür ediyor, bu ve benzeri daha nice kitaplarla düşünce ufkumuzu açması ve bizleri yönlendirmesi talebimizi buradan kendilerine arzediyor, Rabbim’den kendisine sıhhat, afiyet ve uzun ömürler ihsan etmesini diliyorum.

    Kitabın dizgi, tashih, basım, dağıtım vb. her türlü safhasında emeği geçen herkese de ayrıca teşekkür ediyoruz.

    Ahmet KURUCAN

    İstanbul, 21/11/1997


  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İrşad



    İnsan zaaflarıyla aşağılardan aşağı, faziletleriyle de meleklerden üstün bir varlıktır. Onu bu zaaf ve faziletleriyle ele alıp değerlendirmeyen her türlü terbiye anlaşıyı ise, eksik ve yarımdır.

    İslâm, insanı bir bütün olarak ele alır. Zaaflarına karşı zecrî ve korkutucu, faziletlerine karşı da teşvik edici bir metotla ona yaklaşır. Onun için Kur'ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerde korku ile ümit, cennet ile cehennem, rahmet ile gazap hep art arda ve dengeli olarak işlenmiştir. Korkunun bitirip tükettiği ve mefluç hale getirdiği insanla, ümidin şımartıp firavunlaştırdığı insan, İslâm'ın aradığı insan tipi değildir.

    Dînî hayatın temini ve devamı ancak müeyyidelerle sağlanır. İnsan, bir taraftan manevî hayatını takviye edip metafizik gerilime geçerken, diğer taraftan da bazı cezâî müeyyidelerle kontrol altına alınmalıdır ki, istikametini devam ettirsin; sürçmekten, düşmekten ve yolda takılıp kalmaktan korunmuş olsun. Zahiren bu cezâî müeyyidelerin yüzü ekşi gibi görünebilir. Ne var ki neticede bunlarla elde edilecek şeyler düşünüldüğünde, bu cezâî müeyyidelerin en az teşvik ve tergib müeyyideleri kadar insanın lehine olduğu ve o ekşi yüzün altında bir hûri güzelliği taşıdığı görülecektir.

    İnsanı tek taraflı ele alan bütün sistemler iflas etmiştir. İflas etmeyen sistemler de bugün hızla o istikamete doğru kaymakta. Zira bu sistemler, realite ve buna göre yaşama âhenginden mahrumdurlar. Bu mahrumiyetin muhakkak ve mukadder olan neticesi ise, bitip tükenmektir.

    Bu açıdan biz, İslâmî müeyyidelere, İlâhî ahlâk perspektifinden bakıp öyle değerlendirmek zorundayız. Zira o ahlâk ki, Kur'ân ahlâkıdır. Bizim asıl gayemiz de, insanlara Efendiler Efendisi (s.a.s)'nin ahlâklanmış olduğu "en yüce ahlâk" ile ahlâklanma yolunu gösterme olmalıdır. Zaten insan olmanın gayesi de, bu yüce ahlâka ulaşmak değil midir?

    İslâmî müeyyideleri, işin başında iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlara en kısa ve veciz bir ifade ile, "enfüsî ve âfakî" diyebiliriz. Birincisinde ferdin kendi iç âlemi ve ruh yapısı; ikincisinde ise, dışa karşı yapması gerekenler söz konusudur.

    Evvelâ her fert, kendi manevî hayatını istikamet içinde sürdürmelidir. Zaten, îmanın bütün rükünleri de ferde bunu kazandıracak niteliktedir. Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve kadere îman etmiş olan insanda, belli seviyede bu istikamet vardır. Ama bu istikamet, "salih amel" dediğimiz ibadetlerle takviye edilmeli ve her fertte tabiat hâline getirilmelidir. Namaz, oruç, zekat ve hac gibi farz ibadetlerin yanında, "nafile" adını verdiğimiz ibadetlerle de, ruhî hayatını geliştirip, iç dünyasını süsleyen bir insan, müeyyidelerin fert planında olan kısmını yerine getirmiş olur. Şu var ki, müeyyideler sadece yapılması gerekenler demek değil; yapılmaması gereken hususlarla da alâkalıdır. Yani bu müeyyidelerin bir ucunda cennet, diğer ucunda cehennem vardır. Tabir-i diğerle müeyyidelerin bir ucu mükâfatı, diğer ucu cezayı gösterir. İşte bu da dengenin tâ kendisidir.

    Ayrıca, meseleyi beşerî realiteler içinde ele almak lazımdır. Cenâb-ı Hakk, bizi insan olarak yarattı. İnsan, birçok zaaflarının yanında birçok faziletleri de olan kompleks bir varlıktır. Oysa ki diğer varlıklarda bu hususiyet, insanda olduğu ölçüde yoktur. Hayvanlar, kendileri için tayin edilen hududun dışına çıkamazlar. Kendilerine cüz'î irade verilmediği için de mes'uliyetleri yoktur. Cinler, istidât açısından insandan çok geridirler. Zaten şeytanların yapısı kötülüklerle öyle bütünleşmiştir ki, onlar sadece kötülük yapan varlıklar durumundadırlar. Meleklerin istidâtları da sınırlıdır. Sınırlı tabirini, onların insanî ölçüde tekâmüle kapalı olduklarını anlatmak için kullanıyoruz. Şeytan, itaat etmekten mahrum; melek, isyan etmekten masundur. İnsan ise, hem şer ve kötülüğe, hem de iyilik ve güzelliğe aynı ölçüde açık olarak yaratılmıştır. Yüceler yücesi makamın namzedi de, sefaletin en iğrencine yuvarlanma adayı da odur.

    İslâm, getirdiği müeyyidelerle, kötülüğün bizzat kendisini yok edici bir aktivite içindedir. Bataklığı kurutmak, sivrisineklerden korunmanın en emin ve en kalıcı yoludur. Yılanı büyütüp kobra haline getirdikten sonra, ondan şikâyet etmenin veya onu ortadan kaldırma çabalarına düşmenin yersizliği ve yetersizliği ortadadır. İslâmî müeyyideleri tetkik ederken, konuya bu zaviyeden yaklaşılması, meselelerin daha şümullü kavranmasına vesile olur inancını taşımaktayız.

    Tergibin yanında terhib; iyiyi emretmenin yanında kötülüklerden sakındırma; güzel davranışlar karşısında okşama, iltifat etme, mükâfat verme; kötülük ve kötülüğe götürücü faktörler karşısında cezâî müeyyidelere başvurma; yani bataklığı kurutma ve kötülüğün bizzat kendisini ortadan kaldırma, İslâmî müeyyidelerde gaye ve hedefe ulaştırıcı belli başlı usûl ve metotlardandır.

    Elinizde bulundurduğunuz bu kitapta, "emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" dediğimiz; iyiliği emredip kötülükten sakındırma mevzuunu çeşitli yönleriyle ele alıp takdim etmeye çalışacağız. Şu kadar var ki, çıkış noktamızı yani onun İslâmî müeyyidelerden biri olduğu hususunu daima göz önünde tutacak ve değerlendirmemizi bu gerçek etrafında örgülemeye çalışacağız. Böyle bir değerlendimenin "İslâm'da Tebliğ Usûlü" anlayışımıza çok daha yeni buudlar kazandıracağı ümidindeyiz.

Benzer Konular

  1. Kutbul İrŞad ve tasarruf
    By emacid in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 18.04.09, 08:14
  2. İrŞad nedİr, mÜrŞİd kİmdİr?
    By emacid in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 18.04.09, 07:25
  3. Kutbul İrŞad ve tasarruf
    By SiLa in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 05.02.09, 07:37
  4. İrşâd
    By ArzuNur in forum İ -Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 20.12.08, 20:14

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •