Sevgililer diyarına yolculuk
İnsan ölüme ve ahiret yolculuğuna her zaman hazır olmalı. Annesinin baş örtüsü gibi içi*dışı temiz bir şekilde öteden gelecek daveti beklemeli. Çünkü, ne zaman "gel" denileceği belli değil. Öyleyse her an temiz durmalı, saf kalmalı. Akıl, mantık, kalb, kafa, duygu ve düşünceleri daima berrak tutmalı ve gitmeye hazır durmalı.
Aynı otobanlar gibi bu yolun da hususi bir çıkışı yok. Bu hayat yolunda da her yerde çıkış olabilir. Nasıl ki sağından solundan sağlam bariyerlerle çevrilmiş bir otobanda giderken bazen birden bariyerlerin açıldığını, dışarıya bir yol çıktığını ve bazılarının bu yolu takip ederek otobandan ayrıldığını görüyoruz; işte onun gibi hayat otobanında da yer yer çıkışlar vardır ve bizim çıkışımızın yolun her hangi bir bölümünde karşımıza çıkması muhtemeldir. O çıkışa hazır değilsek bir kazaya kurban gitmemiz de kaçınılmazdır.
Mesela; birisinin içinden kendini beğenme hissi geçebilir. İşte tam o esnada "gel" derlerse, o zaman insan Allah'ın huzuruna bir firavun gibi düşer. Ömür boyu ibadet ü tâat içinde yaşamış ama sonunda kaybetmiş Bel'am b. Bâurâ gibi birisi olarak düşer. Evet, hazır olmak lazım.. kendini rütbesiz bir nefer gibi görerek vazife yapma gayreti içinde hazır olmak lazım. İnsan, O'nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesi; O olmasa hiçbir şey ifade etmeyen bir varlık. Öyleyse iddia niye? Varlık O'ndan, herşey O'ndansa iddia niye?
Evet, bir hadis*i şerifte ifade edildiği gibi, "Men kerihe likâallah kerihallahu likaeh * Allah'a kavuşmaktan hoşlanmayan kimseyle Allah da mülâkî olmayı istemez." İşte, Allah'a kavuşmayı arzulama ölüme hazır olma demektir; ahirete, haşre, yeniden dirilmeye kat'i inanma ve ebedi saadeti yakalama azm u gayreti içinde bulunma demektir. Samimi bir kulun hali de budur; o öteyi sevgililer diyarı ve ebedi saadet yurdu olarak bilir.. bilir de tertemiz olarak oraya gidip onlara kavuşmak için bu dünyada da hep saf ve duru bir hayat yaşayarak yolculuğa hazır, ötelere müştak bir tavır sergiler.
Bununla beraber, bazı büyük zatların zahiren bakıldığında ölümden korktukları zannını hasıl edecek sözleri olabilir. Vazife ve misyon itibarıyla yapacakları şeylerle alakalı olarak, onların hayatta kalmalarına bağlı bazı hususların ihmali ve sarsılması endişelerini bir korku şeklinde algılama muhtemeldir. Mesela, "Ben ölürsem beni örnek alanlar, nasihatlarımı dinleyenler dağılır; vahdetlerini koruyamazlar. Yapılması gerekli olan şeyler aksar; kulluk vazifelerinde gevşeklik gösterebilirler." gibi mülahazalar olabilir.
Çok nadir insanların, Bediüzzaman gibi kimselerin varlığı başka insanların varlığını toparlayıcı olur. Sebepleri, izzet*i azametine perde yapan Cenâb*ı Allah, Bediüzzaman gibi insanlara da bir misyon yüklemiştir. Onların fikdanında (yokluğunda) iftirak ve tereddütler olabilir. Dolayısıyla, O'nun gibi bir insanın ahireti istemesi kendi nefsi adınadır. Burada kalması ise, Efendimizin miraçtan nüzulü, tekrar aramıza dönmesi gibi dini adına olur. Bundan dolayı hayatına, sağlığına dikkat eder; yaşamak için değil başkalarını yaşatmak için dikkat eder. Oksijen insandır o. Yoksa, Allah'a, Peygamber'e, haşr u neşre inanmış insan için ölüm rahmettir. İşte, bizim büyük zevatın ölümle alakalı endişe ifade ediyor gibi görünen sözlerini vazife ve misyonlarıyla irtibatlandırarak böyle yorumlamamız icab eder.
Dosttan, ahbaptan ayrılma yer yer bir hicran şeklinde kendisini hissettirebilir. Zayıf bir rivayette, son günlerinde Rasul*ü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ashab*ı kiram efendilerimize bakarak duygulandığı anlatılıyor. Dostlardan böylesi bir ayrılık askere gitme gibidir. Hani anne*baba evlatlarını askere gönderirken ağlarlar. Bu da askere gitme gibi muvakkat (geçici) bir ayrılmadır. Sonradan dirilmeye inananlar böyle inanır; hayatı bir askerlik, vefatı da bir terhis kabul ederler. Ayrılırken ağlayabilirler; fakat, bu ağlama arzettiğimiz manâda olur.