Ey Hâlık*ı Kerîmim ve ey Rabb*i Rahîmim!
Hani Onyedinci Lema'nın onikinci notasında Üstad Hazretleri şöyle diyor: "Ey Hâlık*ı Kerîmim ve ey Rabb*i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnûun ve abdin, hem âsî, hem aciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem musin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedâmet edip Senin dergahına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatını itiraf ediyor."
Bilindiği üzere Peygamberler masum ve masundur; hem onlar günah işlemezler, hem de günah ve hatalara karşı Allah onları muhafaza eder. Bediüzzaman gibi insanlara gelince, onlar masum değilse de masundurlar; yani, günahsız olmasalar bile Cenâb*ı Hakk'ın sıyaneti altındadırlar ve Allah onlara günah işletmez.
Üstad yukarıdaki sözleri söylerken ne yapıyordu sanki! *Haşa ve kella* O'nun bu sözleri söylemesindeki sâik günahları değildi. O şekilde düşünmek su*i zan olur. Hayır O, vazifesi ve misyonu gereği kendi gönlünce yapması gerekli olduğu gibi hizmet edemediğini düşünüyor; yapıp ettiklerini az görüyor, iyi bir kul olamadığı korku ve endişesiyle iki büklüm bir vaziyette *kendine göre* halinin ıslahı için niyaz ediyordu.
İşte, keşke bizim gönlümüzü de her an bu duygular kaplasa ve o sözler bizim vird*i zebânımız olsa, kendimiz hesabına söylesek onları. Kendi vicdanımıza söyletsek. "İşte kabrime girdim kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin afv u rahmetini intizar ediyorum." deyip her an herkesin başına gelebilecek olan ölümü yaşıyor gibi olsak ve şöyle devam etsek: "Eğer kemâl*i rahmetinle beni de kabul edersen, mağfiret edip rahmet edersen, zaten o Senin şanındandır. Çünkü Erhamurrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen; Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Sen'den başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Sen'den başka hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!..."
Evet, günah ve hataların ötesinde Cenâb*ı Hakk'ın rahmeti var, O dilerse çok küçük şeylerden dolayı da affeder. Hem Üstad'ın, hem İmam Gazalî'nin ve hem de Muhasibî'nin dediği gibi hayattayken insan korkuyla tir tir titremeli; ama çaresiz kaldığı ölüm anında ümide ve recaya sarılmalı ve "Ya Rab, benim hiç sermayem yok; sadece "Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasulullah"la Sana geliyorum" demeli. Sekerât*ı mevtte recaya sığınmalı ve "Artık elimden bir şey gelmez; fakat Senin rahmetin melceimdir, rahmeten lilâlemîn olan Habîbin de şefaatçim." duygusunda olmalı. Ne var ki, o zorlu dakikalarda bu hali yakalayabilmek her şeyi yerli yerine koymaya ve temiz olup temiz kalmaya bağlıdır.
İnsan, iyilik yapma, iyi bir kul olma, her işi ihlasa bağlama hususunda kat'iyen kanaatkar olmamalı.. kulluk hususunda hırsla, ölesiye daha iyiyi, daha güzeli talep etmeli. Başka türlü davranmak dûn himmetlik olur. Hele kendini Kur'an talebesi kabul edenler veli olup uçsalar dahi, "Bu işte bir bit yeniği vardır, ben ihlasımı bir daha gözden geçirmeliyim, kalbimi derinlemesine yoklamalıyım. Kontrol etmeliyim kendimi, O'nunla alakalı olan mülahazaların dışında başka mülahaza var mı gönlümde, başka bir şey düşünüyor muyum?" demeli. Sadece O'nun rızasını aramalı.
Cenâb*ı Hak, bizi bir şekilde belli bir yere kadar çekmiş; kalbimize iman nuru koymuş ve bize başkalarının imanı hususunda hizmet etme imkanları lutfetmiş. Bu ilk lütuf, ilk mevhibe, ilk vârid; bunun nemalandırılıp bir sermaye gibi değerlendirilmesi lazımdır. İradelerimiz sadece birer şart*ı âdî.. bir yere getiren, lutfeden O. "Kendi aklımla buldum, bu başarılar benden.." sözü firavunların ifadesi. "Estağfirullah Ya Rabbî, Sen verdin, Sen ihsan ettin. Tutmasaydın biz burada duramazdık, bakmasaydın, görülüp gözetilen olamazdık. Tut bizi Allahım, tut ki edemeyiz Sensiz" yakarışı imanlı gönüllerin sesi.
Üzerindeki lütufları, elde ettiği başarıları kendi kabiliyeti, istidadı ve becerilerine bağlayanlar manen terakki edemezler. İşleri Allah'a verince Cenâb*ı Hak ruhta bir inkişaf yaratır. Zannediyorum, herkes kendi hayatı açısından meseleyi değerlendirse bir tarafa çekilmiş, çağrılmış, hatta bir hayır yoluna zorla sürüklenmiş olduğunu görür. Bizden çok daha zeki, aklı herşeye eren insanlar vardır ki, Kur'an dairesinin dışında kalmıştır. Çok samimi talebe olduğumuzu söyleyemeyiz. Bir Bediüzzaman Hazretleri gibi kendimizi yürekten bu işe verdiğimizi, hiç sönmeyen bir heyecanla, bütün mülahazaları kafamızdan atarak milletimize hizmet ettiğimizi söyleyemeyiz. Fakat böyle işin kenarından köşesinden tutuyorsak, uhrevî yanı itibarıyla bu bile Cenâb*ı Hakk'ın büyük bir nimetidir. Yoksa bütün bütün zayi olup gideriz. Kabiliyetimiz değil, istidadımız değil, O'nun lütfu sadece.
Erzurumluların bir lafı vardır: "Suya aşağıya doğru atacaksın, yukarıya doğru arayacaksın, bulursan da başına vuracaksın." Biz de, nimetleri kendimizden bilme duygularını suya aşağı doğru atmalı, yukarı doğru aramalı, kazara bulacak olursak başına vurup o tür duyguları boğmalı ve herşeyi Allah'tan bilmeliyiz.
İyi değerlendiremediğimiz mazimizi ve elimizden kaçırdığımız güzellikleri ancak hâlisâne ve çok hızlı bir gayretle telafi edebiliriz. Gayret önemlidir ama "Hâlisâne" olması hiç ihmal edilmemelidir.
Dini anlatma ve irşad heyecanı, yitirdiğimiz en önemli kıymettir. Dinî mevzuları öğrenme ve onu anlatma üslubu zamanla halledilebilir; ama, ya başkalarına faydalı olma heyecanı yoksa!..