Ayetler arasındaki münasebet

Kur'an*ı Kerim, inandırmaya matuf değişik yollar kullanıyor. Mesala, önemli bir hususu anlatıyor; insanların tûl*i emel ve tevehhüm*ü ebediyet gibi mülahazalarının olduğunu, bu mülahazaların onları dünyevîliğe çektiğini ve faydasız işler arkasında dolaştırdığını anlatırken, dünyevîliklere kaydıklarını nazara verirken "Her nefis her lahza ölümü tatmaktadır. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz." (Ankebût, 29/57) diyor. Evet, her nefis her lahza ölümü tatmaktadır. Kısmen ölmekte, kısmen dirilmektedir. Her insanın vücudunda da her an bazı hücreler ölmekte ve onların yerine başkaları yaratılmakta, beden sürekli bir tebeddül ve tegayyür yaşamaktadır. Gece ile gündüzün deverânı ve farklılığından alın da, insan vücudunda ölen hücrelerin yerine başkalarının gelmesine kadar kâinatta sürekli bir tebeddül vardır.

Şunu da ifade etmeliyim ki, bazılarının bu ayete "Her nefis ölümü tadacaktır." şeklinde meâl vermesi doğru değildir. Ayetin manası "Her nefis, her lahza ölümü tatmaktadır." şeklinde daha doğru olabilir. İşte, cüz'iyet planında ölümleri hatırlatmak suretiyle, gece ve gündüzlerin deveranından mevsimlerin değişmesine, bazı şeylerin ölüp bazı şeylerin dirilmesine ve mikro alemden makro aleme kadar doğum ve ölümler îmâ edilerek insanların da fâni oldukları ve onları mukadder bir ölümün beklediği hatırlatılıyor. "Demek ki, bir gün siz de tamamen silinip gideceksiniz buradan. Cisminiz ve nefsâniyetiniz açısından bu dünya hesabına tamamen silinip gideceksiniz. Ruhunuz baki kalacak. Öyleyse ona göre davranın, davranışlarınızı ona göre plânlayın." deniliyor. Evet, ölümü emsalinden tecrid ederek ileride meydana gelecek bir vak'a şeklinde vaz'etmek çok inandırıcı olmaz; emsalini göstererek ölümü hatırlatmak inandırıcıdır. Her yönüyle muknî olan Kur'an da böyle inandırıcı ve ikna edici bir üslup kullanıyor.

Soruda zikrettiğiniz ikinci ayet, Bakara suresinde, Ayetü'l*Kürsî'den önceki ayettir ve "Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin." meâlindedir. Bu dünyada, insanlarla içli dışlı yaşıyorsunuz, dost ve arkadaşlarınız oluyor. Bazıları dünyevî işlerinizde size aracılık da yapabiliyorlar. Fakat, önünüzde öyle bir gün var ki, o gün siz tek başınıza ve kendiniz olarak öleceksiniz, kendiniz olarak dirileceksiniz ve haşir meydanında da tek başınıza kalacaksınız. Orada hiçbir şefaatçi ve iltimasçı bulamayacaksınız. Çünkü, o gün dostluklar, tavassutlar ve iltimaslar geçerli olmayacak. Öyleyse, o müthiş gün zor durumda kalmamak için bugünden infak edin.. edin de infakınız, öbür alemde sizi kurtarsın. Yaptığınız infaklarla din*i mübîn*i İslam'ı î'lâ vazifesinde bulunun ki, hiç bir şefaatçinin şefaatinin kabul edilmediği o yerde Makam*ı Mahmud'un Sahibi imdadınıza koşsun.

O ayet*i kerîmeden sonra da pek çok ayetle infaktan bahsediliyor. Mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenlerin Rabbileri katından mükâfatlarını alacağı, onlar için hiçbir endişeye mahal olmayacağı ve üzüntü de duymayacakları; sadaka verilen kimselere minnet etmekle ve onları incitmekle o sadakaların boşa çıkarılmaması gerektiği; Allah'a da, ahirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya benzediği ve şiddetli bir yağmur yağar yağmaz o toprağın kayıverip, o kayanın cascavlak kalacağı gibi riyakarların da hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemeyecekleri; Allah'ın rızasını kollamak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için mallarını harcayanların durumunun ise, bol bol yağmur alıp iki kat meyve veren, kuraklık zamanlarında bile hafif bir yağmur ve az bir çisintiyle yemyeşil kalabilen bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzediği anlatılıyor.

İşte, Kur'an bir fasıldan diğer bir fasla geçerken, böyle bir siyak (sözün gelişi) içinde infaka teşvik ediyor. Bu ayetten hemen sonra Ayetü'l*Kürsî'nin gelmesi Hayy ve Kayyûm olan Cenâb*ı Allah'ın anlatılması, sine ve nevmin (uyuklama ve uykunun) O'nun için söz konusu olmadığı meselesinin vurgulanması da gayet mânidardır. Evet, inandırma adına kullanılacak metod, inandırıcılıktaki üslup bu olmalıdır. Kur'an*ı Kerîm, insanlar arasında yardımlaşmayla alakalı bir konuyu pekiştirmek, onun gereğine inandırmak ve aynı zamanda ulûhiyete ait hakikatlerin hatırlatılmasıyla onun gönle işlemesini sağlamak için böyle fasılalarla arada değişik şeyler hatırlatıyor. Sonra bir başka ahkâma geçiyor.

Nitekim, bu ayetten üç sayfa sonra, sayfanın başında, infakla alakalı şeyleri bitiriyor, ribâdan bahsetmeye başlıyor. O sayfanın alt tarafına doğru, "Kendisine döneceğiniz O Allah'a karşı takva dairesinde bulunun." diyor ve yine ölümü hatırlatıyor. Ondan sonra tedâyün ayeti geliyor. Seferde borçlanma, borç ve alacağın yazılması, ya kefil veyahut bir rehinin ortaya konması, alış–veriş sırasında şahit tutmak gerektiği ve ne kâtip ne de şahidin asla mağdur edilmemesinin lüzumu gibi mevzuları uzun boylu anlatıyor, tafsilata giriyor. Daha sonra da, imana müteallik bir meseleyi hatırlatmak suretiyle, İslamî inanç ve esaslar arasında imanla alakalı meselelerin ve iman esaslarını hatırlatmanın bir profil ve atkı gibi olduğunu gösteriyor.. hemen her şeyi onun içinden geçiriyor, ona bağlıyor, onunla irtibatlandırıyor.

Maalesef, günümüzde bazı insanlar Kur'an*ı Kerîm'e sathî bir nazarla bakıyor, kendi kıt idraklerini ölçü kabul edip yanlış zanlarına göre bir kısım hükümler çıkarıyor; şarkiyatçıların garazlı sözlerini ve belli bir gayeye matuf yazılmış kitaplarını taklit ediyor, senelerdir süregelen bazı meseleler hakkında şüphe hasıl edecek tartışmaları bir fantezi uğruna yeniymiş gibi tekrar yazıp çiziyorlar. Mesela; onlara göre, *hâşâ ve kellâ* bazı ayetler kendi yerlerine konulmamış, şurada değil de burada olmalıymış, şu ayet buraya münasip düşmüyormuş da şurada olmalıymış. Ne kadar yazık! Kur'an*ı Kerîm'deki hutût*u ilâhiyeyi, münâsebât*ı mâneviyeyi tam sezemediklerinden dolayı, kendi hendeselerine ve felsefelerine göre, Yüce Kitab'ımız için yeni bir tasnif mülahazasına giriyorlar.

Sorunuz üzerine Kur'an*ı Kerîm'i gözümün önünden geçirirken birkaç ayet arasındaki münasebete kısmen temas etmiş oldum. Arzetmeye çalıştığım münasebet ve irtibatla alakalı hususları her surede görmek mümkündür. Yeter ki, samimi bir niyet ve selim bir kalble okunsun, düşünülsün ve müzakere edilsin.

Soru: Kur'an okumada asgarî bir ölçü var mıdır?

Cevap: Kur'an bir nasihat, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur'an'dan istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, insanın gözünü O'na dikmesi ve kulağını O'na vermesi gerekir. Nitekim, Kelâm*ı İlâhî'de şöyle denilmektedir. "Bu Kur'an, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur'an'a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür." (Kaf, 50/37)

Selef*i sâlihîn, Kur'an okumanın minimumu üzerinde durmuş, her gün bir miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, "Kur'an*ı Kerim en hızlı haftada bir, ortalama onbeş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir; eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur'an metruk sayılır." şeklinde özetleyebiliriz.

Şu kadar var ki, Kur'an okunurken o, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi halde onu okumuş sayılmaz. Kur'an*ı Kerîm, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle en az ayda bir defa hatim edilmelidir. Fakat, hatim üç*beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Oysa, Kur'an baştan sona mülâhaza edilmesi, bir bütün olarak ele alınması ve dikkatle okunması gereken bir kitaptır.

Muhammed İkbal der ki, "Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur'an okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip soruyor, "Oğlum, ne yapıyorsun?" diyor, ben de elimdeki Mushaf*ı Şerif'i gösterip "Kur'an okuyorum." cevabını veriyordum. Tam iki sene belki onlarca defa, elimde Mushaf'ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Birgün adeti üzere tekrar sorunca, "Babacığım, biliyorsun ki Kur'an okuyorum ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Birşey mi demek istiyorsun?" dedim. Babam şöyle cevap verdi: "Evladım, evet biliyorum ki elinde Kitap var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammedim! Kur'an'ı sana sesleniyor gibi okur ve her ayetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin."

Maalesef, bizim insanımızın okuyuşunda da mana ve muhtevaya dikkat edilmiyor. Kur'an düşünülmüyor. Okuyanlar, sadece lafız olarak okuyorlar. Mutlaka onun da bir sevabı vardır. Kur'an okuyan biri, onun kelimeleri ve harfleri adedince sevap kazanabilir. Hatta bazılarına göre nafile namaz kılmaktansa Kur'an okumak daha evlâdır. Fakat, esas olan onu hem okumak ve hem de anlamaya çalışmaktır. İmkanı varsa hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz' Kur'an okumalı ve o günkü namazlarını o cüz'le kılmalı. Böylece iki cüz okumuş olurlar. Çok meşguliyeti yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur'an-ı Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.

Efendimiz, ümmetine âit negatif görüntülerden birini dile getirirken, "Onlar bir vadide, Kur'an ayrı bir vadidedir." buyurmuştur. Maalesef, en az beş asırdır Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde bulunuyorlar. Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden biri de Kur'an'ın bu gurbetine son vermektir.