Allah buyurur ki:
"İman edip iyi hareket ve davranışlarda bulunanlar için, altından nehirler akan cennetler olduğunu müjdele. Ne zaman o cennetlerdeki meyvelerden kendilerine bir rızık olarak yedirilirlerse, bu daha önce rızıklandığımızın aynısı derler. Onlara o meyveler hep benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 25)
Şimdi şunları düşün:
Müjdeleyen, çok yüce, menzilesi çok yüce. Kesin doğru sözlü.
Bu müjde ile sana yolladığı elçi pek azametli.
Müjde verilen şeyin kadri büyük. Ve sana bu büyük mükâfat senin için çok kolay bir şeye (iman ve sâlih amele) karşılık verilmiş!
Ve bu müjde de Allah üç büyük mükâfaatı birden zikretmiş:
- Bir, cennetler (bahçeler) ve oradaki nehir ve meyvelerle bedenlere verilen nimet.
- İki, tertemiz eşlerle, canlara verilen nimet.
- Üç, bu hayatın ilelebed devam edeceğini, hiç kesilmeyeceğini bilmekle kalplere verilen nimet (huzur) ve gözlere lütfedilen nimet nûr ve surûr...
İmdi ezvâc (eşler) kelimesi zevc'in çoğuludur. Hem erkeğe hem kadına zevç (eş) denir. Kureyş lehçesine göre böyledir ve Kur'an bu lehçe ile inmiştir:
"Sen (ey Adem) ve zevc'in (eşin) Cennet'te oturun." (Bakara, 35)
Araplardan kadına zevce (dişi eş) diyenler de varsa da bu nâdirdir, neredeyse hiç kullanılmaz.
El-Mutahhera (tertemiz temizlenmiş) kelimesi ise aslında tekil (dişi)'ler için kullanılan bir sıfat ise de kırık çoğul (Cem-i mükesser)'ler için, bu çoğullar cemâat sayılarak (-ki cemâat dişi sayılır), de kullanılırlar.
Nitekim Allah, "mesakine tayyibeh" (Tevbe, 72) (yani hoş meskenler) "kuran zahirah" (yani görünür, açık kentler) buyurmuştur. (Sebe, 18)
Bunun benzeri Kur'an'da çoktur
el-Mutahhera, hayızdan, idrardan, büyük necasetten, sümükten, tükürmekten ve dünya kadınlarında bulunan her türlü eziyet verici şey ve pisliklerden tertemiz demektir. Aynı zamanda içi de kötü huylardan, yerilen özelliklerden temizlenmiş olan demektir. Dili, çirkin ve iğrenç sözlerden, bakışları eşinden başkasına uzanmak, arzu duymaktan tertemiz demektir. Elbiseleri, kirden pastan arınmış temizlenmiş demektir.
Abdullah b. el-Mübarek der ki;
...Ebu Said Radıyallahu Anhu Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu demiştir:
"Onlar için orada tertemiz eşler vardır."
"Yani, hayızdan, büyük abdestten, necaset ve tükürükten temiz."
(İbn Hacer, isnadı sahih değildir demiştir, bk, Feth el-Bârî, VI, 320; İbn Kesir, bu ğarib bir hadistir demiştir, bk, Tefsir, I, 67; Hakim bunu Müstedrek'inde başka bir senedle rivayet etmiş ve bu sened Buhari ve Müslim'in şartı üzeredir demiştir. İbn Kesir demiştir ki: Onun bu iddiasını gözden geçirmek lâzım, çünkü seneddeki Abdurrâzzak b. Ömer el-Büzey'i hakkında Ebû Hatem b. Hıbban, onu delil getirmek caiz değildir demiştir, bk, el-Mecrûhîn, II, 160. Sonra da İbn Kesir, bu Katâde'nin sözüdür, Peygamber'den merfû olarak rivayeti caiz değildir, demiştir.)
Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbas, tertemizden maksat "hayız görmezler, abdest bozmazlar, balgam atmaz, aksırıp tıksırmazlar" demişlerdir.
İbn Abbas "pisliklerden ve eziyet verici şeylerden temiz" demiştir. (İbn Kesir, Tefsir, I, 66)
Mücahid, "küçük büyük abdest bozmazlar, mezi meni bırakmazlar, hayız görmez, tükürmez, balgam atmaz, çocuk doğurmazlar" demiştir. (Abdurrâzzak rivayet etmiştir, bk, Tefsir el-Kurtubî, I, 241)
Katade, "günahdan ve eziyet verici şeylerden temiz. Allah onları her türlü küçük büyük abdest, pislik ve günahtan temizlemiştir" demiştir. (İbn Kesir, Tefsîr, I, 66; Taberî, Tefsîr, I, 176)
Abdurrahman b. Zeyd; "Mutahhera, hayız görmeyen demektir, dünya kadınları mutahhera değildir görmüyor müsün, onlar kan görürler de namazı terk ederler, orucu bırakırlar? Havva da böyle tertemiz yaratılmıştı. Nihayet isyan etmişti, İsyan edince Allah ben seni tertemiz yaratmıştım, sen bu ağacı kanattığın gibi ben de sana kan göstereceğim, buyurdu" demiştir. (İbn Kesir, Tefsir, I, 66)
Allah buyurur ki:
"Müttakiler ise hakikaten güvenilir bir makamdadırlar. Bahçelerde ve pınarlardadırlar. Halis ipekten ve atlastan elbiseler giymiş karşılıklı otururlar, işte böyle. Biz onları ceylan gözlü hurilerle eşlemişizdir. Orada güven içinde her meyveyi isterler. Orada (tattıkları) ilk ölüm hariç daha ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur." (Duhan, 51-56)
Böylece Allah onlar için şunları bir araya getirmiştir:
"Konağın güzeli ve her türlü nahoş şeyden emin olmaları. Oranın meyveler ve nehirlerle dolu olması. Güzel giysiler. Mükemmel bir arkadaşlık ve eşlik. Karşı karşıya oturuş. Ceylan gözlü hurilerle tam bir lezzet. Her tür meyveyi çağırıp isteyivermeleri. Onların kesilme, zararlı olma, gailesi olması gibi şeylerden güvende olmaları. Ve bütün bunların sonunda artık orada hiç ölüm tatmayacaklarını Allah'ın onlara bildirmesi."
Hûr, havra'nın çoğuludur. Havra, genç, güzel, alımlı, beyaz ve gözleri simsiyah kadın demektir.
Zeyd b. Eşlem, "havra, bakışların ayrılamadığı kadın, iyn ise güzel gözlü demektir" demiştir.
Mücahid "havra derisinin inceliği, renginin berraklığı nedeniyle bakışların ayrılamadığı (takılıp kaldığı) kadındır" demiştir. (Mücâhid, Tefsîr, II, 590; Taberî, XXV, 82.)
el-Hasen "havra, gözünün beyazı tam beyaz, siyahı simsiyah kadındır" demiştir. (Kurtubî, Tefsîr, XVI, 153)
Bu, sözcüğün türeyişi hakkında ihtilâf edilmiştir. İbn Abbas, "hûr, Arap kelâmında, beyazlar demektir" demiştir.
Katâde de aynı şeyi söylemiştir.
Mukatil, "hûr yüzleri beyaz olanlardır" demiştir. (Kurtubî, Tefsir, XVI, 152)
Mücâhid "gözlerin ayrılamadığı, bakışların çakılıp kaldığı, inciklerinin iliği elbiselerinin içinden görünen, derilerinin inceliği ve renklerinin berraklığı sebebiyle seyredenlerin onların ciğerlerinde kendi yüzlerini gördükleri kadınlar hûr îyn'dir" demiştir. (Taberî, XXV, 81-82)
Bunda (kökün hvr olduğunda) ittifak edilmiştir. Bu sözcük hayret'ten değildir. Hûr'un aslı, kök anlamı beyazdır.
Tahvîr, beyaz kılmak demektir. Doğrusu hûr gözdeki haverden alınmıştır.
Haver, gözün beyazı bembeyaz siyahı simsiyah olmak ve bir gözde ikisi beraber bulunmak demektir.
Sıhah'da, "siyahı simsiyah beyazı bembeyaz olan gözün bu özelliği haverdir, havra olan kadın, haver'i apaçık olan kadındır" ibaresi var.
Ebu Amr şöyle demiştir: "Haver, ceylan ve sığırlarda olduğu gibi gözün tamamen siyah olmasıdır. Adem oğullarında haver olmaz.
Kadınlara hûr îyn denilmiştir, çünkü onlar ceylanlara ve sığırlara gözleri yönünden benzetilmiştir.
El-Asmâî, "gözde haver nedir bilemiyorum" demiştir. (Kurtubî, Tefsir, XVI, 153; Lisan el-Arab, hvr maddesi.)
Ben derim ki:
"Bu sözcüğün türeyişi konusunda Ebu Amr, dilcilere muhalefet etmiş ve kökü sadece siyah olmaya bağlamıştır. Diğer âlimler başka düşünüyor. Onlar ya sırf beyazlık köküne ya da siyah içre bulunan beyazlık köküne bağlamışlardır. Gözde haver, gayet güzel bir beyazlıkla siyahlığın birarada ahenkli olarak bulunuşu, her birinin diğerinden dolayı güzellik kazanmasıdır."
Havra göz dendiğinde; siyahı çok siyah beyazı çok beyaz göz anlaşılır.
Havra kadın deyince ise o kadında hem gözdeki haver olmalı hem de teninin rengi bembeyaz olmalıdır.
İyn ise, aynâ'nın çoğuludur. Gözü büyük kadın demektir. A'yen erkek, gözü büyük erkektir. Ayna' kadın. Çoğulu îyn'dir.
Sahih olan şu: İyn demek, gözleri tüm güzellik ve çekicilik özelliklerine sahip kadınlar demektir.
Mukâtil, "îyn, gözleri güzel kadınlardır" der. (Beyhakî, el-Ba's ve'n-Nuşûr, 359'da ed-Dahhâk'a nisbet etmiştir.)
Kadının gözlerinin uzunlamasına geniş olması bir güzelliktir. Gözdeki darlık kadın için ayıp ve eksikliktir.
Kadında, dört yerinde darlık sevilir: Ağzı, kulak yarığı, burnu ve şeysi.
Dört yerinde de genişlik sevilir: Yüzü, sadrı, omuzları arası ve ahu.
Dört yerinde beyazlık güzeldir: Rengi, saç ayırım yeri, dişleri ve gözünün beyazı.
Dört yerinde siyahlık sevilir: Boyu, boynu, saçı ve parmakları.
Dört şeyi de kısa olmalıdır. Bunlar manevîdir: Dili, eli, ayağı ve gözü. Yani bakışları (eşine) kısılmıştır (başkasına bakmaz), ayağı ve dili kısadır, çıkmaz, çok konuşmaz, eli kısadır, eşinin sevmediği şeylere uzanmaz, saçıp savurmaz.
Dört yerinde de incelik güzeldir. Böğrü, saç ayırımı, kaşı ve burnu.
"Onları ceylan gözlü hurilerle eşledik." (Duhân, 54)
Bu âyet hakkında Ebû Ubeyde şöyle demiştir:
"Pabucun pabuçla eşlendiği gibi onları da birbirine eş kıldık, onları iki iki kıldık." (Mecaz el-Kufan, II, 209)
Yûnus şöyle demiştir:
"Onları onlarla beraber kıldık, demektir. Bu ayetteki tezvîc, evledirmek nikâh kıymak değildir. Araplar evlenmek anlamında, tezevvectü bihâ demez, tezevveetühâ derler. (Onun için ayetteki kullanış eş yapmak anlamına gelir)."
İbn Nadr, "doğrusu Kur'an Yunus'un dediğinin doğru olduğuna delalet ediyor. Çünki Allah buyuruyor ki:
"Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık (zevvecnâke-hâ)." (Ahzab, 37)
Tezevvectü bihâ (demek nikahlanmak anlamına gelseydi) Allah zevvecnâke bihâ derdi" demiştir.
İbn Sellâm, "Temim kabilesi hem tezevveetü-hâ der hem tezevvectü bihâ der" demiştir.
Böyle bir şeyi el-Kisâî de nakletmiştir.
el-Ezherî der ki:
"Araplar zevvectühûhâ ve tezevvectühâ derler, tezevvectü bihâ demezler.
Allah'ın (zevveetühü bihâ kalıbına uygun olan) "ve onları ceylan gözlü hurilerle eşledik," (Duhan, 54) âyetine gelince buradaki zevvece arkadaş-eş kılmak anlamındadır."
el-Ferrâ', "bu (yani bihâ şeklindeki), Ezd Şenûe kabilesinde bir lügattir" demiştir. (Bütün bu görüşler için bk. Lisan el-Arab, zvc maddesi; er-Râğıb el-İsfehânî, 215-216; Tefsir Ğarîb el-Kur'ân, s, 404)
el-Vâhidî der ki:
"Bu konuda Ebû Ubeyde'nin görüşü daha güzeldir. Çünki o âyetteki tezvîc kelimesini bir şeyi bir şeye eş yapmak anlamında almış, nikahlamak, nikâh akdi yapmak anlamında almamıştır. Bu noktadan, bir şey tek idi onu başka bir şeyle çift hâle (eşli hâle) getirdim denebilir. Teşfî (çiftlemek, tek iken yanına eş getirip iki yapmak) kelimesinde olduğu gibi. Aslında bâ (bi) kullanılmaz diyen, nikahlamak anlamında olursa kullanılmaz diyor."
Ben derim ki:
"iki anlamın birden kasdedilmesi imkânsız değildir. Tezvic (zevvece) kelimesi Mücâhid'in de dediği gibi -ki o, onları hurilerle nikahladık demiştir (Tefsîr Mücâhid, II, 590) - , nikahlamak anlamına gelir. Bâ eki (bi)'de yakın olma, katılma anlamı taşır. İkisi birden (yani zevvece bi) daha beliğ olur.
Doğrusunu Allah bilir."
Allah buyurur ki:
"Oralarda bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz. Ve sanki onlar yakut ve mercandırlar." (Rahman, 56-58)
Allah bu dilberleri üç yerde "bakışları eşine çevrili" olarak nitelemiştir:
Birisi Rahman süresindeki bu ayet.
İkincisi Sâffât süresinde: "Onların yanında bakışları sırf eşlerine çevrili ceylan gözlü (hûri)ler vardır." (ayet 48)
Üçüncüsü Sâd suresindedir: "Onların yanında bakışları sırf eşlerine çevrili yaşıt (hûrî)ler vardır." (âyet, 52)
Müfessirlerin hepsi bu âyetlerde geçen "kâsıratü't-tarfi" terkibinden (-ki anlamı bakışı bir yere çevirmiş, hasretmiş, kısmış, kısıtlamış kadınlardır-) maksadın, "bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş başkalarına tamah etmeyen" olduğunu söylemişlerdir. Şöyle bir anlam da söylenmiştir:
"Bakışı kısmış kısıtlamış yani kocalarının bakışlarım kendi üstlerine çevirmişler, çekicilikleri ve güzellikleri onları bırakmaz ki başkalarına baksınlar."
Mana yönünden bu doğrudur. Söz (lafız) açısından düşünürsek kâsırat bir ism-i faildir, failine muzaftır, takdiri "kasırun tarfühünne" yani bakışı çevrilmiş. Bu özellik o güzel yüzlülere ait bir özelliktir. Yani başkasının gözünü çevirmiş değil kendi gözleri çevrili, başkasına tamah etmez, haddi aşmaz. Âdem,...
Bu konuda Mücâhid'in şöyle dediğini nakleder:
"Kâsıratü't-tarfi, yani bakışı (nı) eşlerine çevirmiş ve eşlerinden başkasına arzu duymayanlar." (Tefsîr Mücahid, II, 541)
Âdem der ki:
... El-Hasen şöyle demiştir:
"Bakışlarını eşlerine teksif etmişler başkalarını istemezler, Allah'a yemin ederim ki onlar açık saçık da değillerdir, gözleri dışarda da değildir." (Tefsîr Mücâhid, II, 541)
Mansur, Mücâhid'in şöyle dediğini nakleder:
"Gözlerini, kalplerini, canlarını eşlerine çevirmişler, başkasını istemezler."(İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XIII, 569; Beyhakî, el-Ba's ve'n-Nuşûr, 352)
Saîd'in tefsirinde Katâde'nin şöyle dediği geçer:
"Bakışlarını eşlerine çevirmişler başkasını istemezler." (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, XXIII, 112; Beyhakî, el-Ba's ve'n-Nuşûr, 356)
Etrâb (yaşıtlar) kelimesine gelince bu kelime tirb'in çoğuludur. Tirb, doğumu aynî olan demektir.
Ebû Ubeyde ve Ebu İshâk "etrâb, yaşları bir ve akran olanlardır" demişlerdir. (Mecaz el-Kur'an. II, 185; İbn Hacer, Feth el-Bârî, VIII, 546, Ebu Ubeyde'den.)
İbn Abbas ve sâir müfessirler, "birbirine denk, aynı yaş ve doğumlu, hepsi de otuzüç yaşında olanlardır" demişlerdir. (Kurtubî, Tefsîr, XV, 219-220)
Mücâhid, "etrâb, emsal demektir" demiştir. (Tefsîr Mücâhid, II, 553; Taberî, Tefsir, XVII, 108-109; Suyutî, ed-Durr el-Mensûr, VI, 159)
Ebu Îshâk der ki:
"Onlar son derece güzel ve gençtirler anlamına gelir, insanın yaşıtına ve çağdaşına tirb denir, çünki bu kişiler aynı vakitte toprağa (türâb) demişlerdir. Ancak onların aynı yaşta olduğunu haber vermenin asıl amacı, içlerinde güzelliği geçip gitmiş yaşlıların da olmadığını, eşiyle bir araya gelemeyecek kadar küçüklerin de olmadığını haber vermektir. Erkekler ise başka. Çünkü onların içinde çocuklar olacak ve bunlar hizmetkâr olacaklar.
Ayette geçen "oralarda = fîhinne" ifâdesinden ne anlaşıldığı hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bir gurup, "bundan maksat iki cennet (cennetân) ve bu cennetlerde bulunan köşkler, odalar ve çadırlardır" demiş, diğer bir gurup, "bunlar, "iç yüzü atlasdan döşekler üzerine dayanmış olarak," (Rahman, 54) âyetinde zikredilen döşeklerdir ve bu kelimeden önce geçen üzerine (=alâ) kelimesi, -de (=fî) anlamındadır (yani bu döşeklerde öyle huriler vardır)" demiştir.
"Onları, onlardan önce ne insanlar ne cinler kanatmamı şiardır" (Rahman, 56) âyetine gelince bu âyetteki tams (kanatmak, bekâretini izâle etmek) kelimesi hakkında Ebu Ubeyde, "onlara dokunmamışlardır, bu deveyi gebelik hiç tams etmedi denilir ki anlamı ona gebelik dokunmadı, demektir" demiştir. (Mecaz el-Kur'an, II, 245-246; İbn Kuteybe, Tefsir Ğarib el-Kur'ân, s, 442)
Yunus şöyle demiştir:
"Araplar, bu deveyi hiç gebelik tams etmedi derler, bu, ona gebelik dokunmadı, demektir" demiştir.
el-Ferrâ şöyle demiştir: "Tams, bekâreti gidermektir, yani kanatmalı yaklaşmadır. Tams, kandır, tamase-yatmusü ve yatmusü şeklinde iki türlü kulanılır."
(Tefsîr Ğarib el-Kur'an, s, 442; Ferrâ, Meâni'l-Kur'an, III, 119; Lisan el-Arab, tms maddesi; Tefsîr el-Kurtubî, XVII, 181.)
el-Leys şöyle demiştir:
"Cariyeyi tamsettim demek bekâretini aldım demektir. Arapların dilinde tâmis, kan gören (hayızlı) kadın demektir." (Lisan el-Arab, tms maddesi; Tefsîr el-Kurtubî, XVII, 181.)
Ebu'l-Heysem;
"kadın tamsoldu (tumiset) demek bekâreti bozularak kan aktırıldı demektir, tamiset ise ilk hayzını gördüğü zaman kullanılır, ism-i faili tâmis denir (tâmise demeye gerek yoktur çünkü erkekte bu olmaz)" demiş, tams'i Ferezdak'ın şu beytinde "dokunmak" diye tefsir etmiştir.
"Yanıma çıktılar, benden önce kanatılmamışlardı (bakire idiler).
Deve kuşu yumurtasından daha sağlıklıdırlar (yani tam bakire)."
Müfessirler tams'i açıklarken şu sözcükleri de kullanmışlardır: Onlara basmamıştır. Onları sarmamıştır. Onlarla birleşmemiştir.
Bunların hangi kadınlar olduğunda da ihtilaf etmişlerdir:
Bazısı "onlar cennette yaratılmış olan hurilerdir" demiş, Bazısı, "onlar dünya kadınlarıdır, Kur'an'da da anlatıldığı üzere başka bir yaratılışla bakire olarak yaratılmışlardır" demiştir.
Eş-Şâbî, "dünya kadınlarından olan kadınlardır, yaratıldıklarından bu yana kendilerine hiç dokunulmamıştır" demiştir.
Mukâtil, "çünki onlar cennette yaratılmışlardır" demiştir.
Atâ, İbn Abbas'dan naklen şöyle demiştir:
"Onlar bakire olarak ölmüş dünya kızlarıdır."
el-Kelbî, " o tekrar yaratılışlarında kendilerine hiçbir insan ve cin ilişmemiştir" demiştir. (Said b. Mansur ve İbn el-Münzir rivayet ettiler, bk, ed-Durr el-Mensur, VI, 148; Beyhakî, el-Ba's ve'n-Nuşûr, 342)
Ben derim ki:
"Kur'an'm zahiri, bu kadınların dünya kadınları olmayıp ceylan gözlü huriler olduğuna delâlet ediyor. Dünya kadınlarına gelince onlara insanlar dokunmuştur, cinlerin kadınlarına erkekleri dokunmuştur, âyet buna delâlet etmektedir."
Ebu İshak der ki:
"Bu âyet, insanların sarıldıkları (cima ettikleri) gibi cinlerin de cima ettiklerine delâlet etmektedir." (Tefsîr el-Kurtubî, XVII, 181)
Ayrıca, cennette yaratılan huriler, Allah'ın Cennet ehli için hazırladığı meyveler, nehirler, giyecekler ve şâir şeyler gibidir.
Bundan sonraki âyette buna delâlet ediyor:
"Çadırlarda kasdedilmiş (sürekli oralarda duran, dışarı görmemiş) huriler." (Rahman, 72)
Sonra şöyle buyurmuştur:
"Onlardan önce bunlara insanlar ve cinler dokunmamıştır." (Rahman, 56)
İmam Ahmed der ki:
"Ceylan gözlü huriler sûra üfurüldüğü zaman ölmezler, çünkü onlar baka (ebediyet) için yaratılmışlardır."
Bu âyette cumhur alimlerin "cinlerin müminleri cennettedir, kafirleri ise cehennemdedir" şeklindeki görüşlerine de delil vardır.
Buhari, Sahih'inde bu âyete, "cinlerin sevab ve ikaba uğrayacakları" şeklinde başlık atmıştır.
Bunu seleften birçok zatta açıkça söylemişlerdir. Damura b. Habîb'e "cinler için sevâb (karşılık) var mıdır diye sorulmuş, evet, demiş ve bu âyeti okumuş, sonra da "insan kadınlarının insan erkekleri için, cin kadınlarının da cin erkekleri için olduğunu, söylemiş." (Tefsîr, el-Kurtubî, XVII, 181)
Mücâhid, bu âyetle ilgili olarak der ki:
"Kişi besmele çekmeden cima ederse cin, âletinin içine çöreklenir kişi ile birlikte cima eder." (Tefsîr, el-Kurtubî, XVII, 181)
"Onlardan önce" sözünde kasdedilen kişiler, "dayanırlar" derken kasdedilen kişilerdir, yani bu kadınların eşleridir.
"Sanki onlar yakut ve mercandırlar" (Rahman, 58) âyetinde el-Hasen ve müfessirlerin geneli, "mercanın beyazlığında yakutun berraklığını kasdediyor" demişlerdir.
(Tefsîr el-Kurtubî, XVII, 182. Bilindiği gibi mercan kırmızıdır! Beyhakî, al-Ba's ve'n-Nuşûr, 368'de Ebu Salih ve es-Süddinîn, "inci beyazlığı, yakut berraklığı" dediklerini nakletmiştir.)
Yani Allah onları, renklerinin beyazlığı ve berraklığı yönünde yakut ve mercana benzetmiştir. Abdullah'ın dediği de buna delalet ediyor:
"Cennet ehlinden olan her kadın, üzerine ipekten yetmiş elbise (hülle) giyinir de inciklerinin beyazlığı bunların içinden görünür. Zaten Allah "sanki onlar yakut ve mercandırlar" buyurmuştur.
Bak şöyle ki mercan bir taştır, şayet içine bir tel yerleştirsen, sonra onu süzsen teli bu taşın içinden rahatça seyredebilirsin."
(İbn Ebî Şeybe, el-Musannef. XIII, 107; et-Terğîb vet-Terhîb, IV, 533'de İbn Ebi'd-Dünyâ'dan.)