Sadece Bir Yastıkta Kocamak İçin mi?
Evlenenlere yaptığımız bir dua var: “ bir yastıkta kocatsın!” Bu dua güzel; ancak evliliği, dünya hayatıyla sınırlıymış gibi ifade ediyor. Peki evlilik nasıl olmalı? "Sadece bir yastıkta kocamak" için değil, "Cennette de birlikte olmak" dileği ve düşüncesiyle yapılmalı ve duamız: “Haneniz cennet bahçesi olsun. Ccennette de beraber etsin.” şekliyle kapsamı genişletilmelidir.
Meşhur fıkıh kitaplarımızdan birinin “Nikah” bahsi şu satırlarla başlamaktadır: “Bizim için Hz. Adem (a.s.) devrinden bugüne kadar meşru kılınmış ve cennette de devam eden ibadetler, iman ve nikahtır." (1) Evlilik öyle sağlam bir bağdır ki (2) cennette bile devam eder. Her akid belli bir zaman sonra biter. Fakat birbirinden memnun olan eşlerin aile hayatı ölümle bile sona ermez. Onun için cennetten bahseden ayetlerde “onlar ve eşleri” (3) buyrularak Müslüman eşlerin cennette de beraber olacakları haberi verilir.
Ailenin oluşmasında temel unsur insandır. İnsan ele alınmadan, insan anlaşılmadan, onu tanımadan alt yapı-nın sağlam temellere dayanması zordur.
Bir araba kullanmak için, ehliyet gereklidir, ehliyet için özel sürücü kurslarına gidilir, sınavlar yapılır da, aile gibi insan yetiştirecek bir kurumda görev alacaklar için acaba neden çalışmalar yapılmaz? Evlilik ciddî bir meseledir. Taraflara birçok sorumluluklar yükler. Rast gele, bilinçsizce, ölçüsüzce kurulan bir yuva, huzur yerine huzursuzluk kay-nağı olabilir. Onun için evlenecek kişiler, ciddî bir eğitimden geçirilmelidir.
Mutlu bir yuva kurmak önemli olduğu gibi, bunu koru-mak ve devam ettirmek de önemlidir. Bunun için nikah duasında Cenab-ı Hak'tan eşlere Hz. Adem ve Hz. Havva'nın muhabbetini, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi vessellem.) ile Hz. Hatice (r. anha)'nin sevgisini, Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fatıma (r. anha)'nın ülfetini vermesini niyaz ederiz.
DAMAT EL OĞLU, GELİN EL KIZI MI?
Sağlam aile, toplumun temelidir. Sağlam aileyi, sağlam inançlı, ahlâklı eşler kurabilir. Hz. Mevlana'nın ifadesiyle; “Eşler birbirine benzemelidir ki, işler beraber olsun, yürüsün. Ayakkabı ve mest çiftine bak. Ayakkabının biri ayağına dar gelse, onlar işe yaramaz, seni topal ederler. Ormandaki aslan ile kurt eş olur mu? Biri boş, diğeri malla dolu iki çuval, devenin sırtında denge de durur mu?
Ailede “ben” değil, “biz” şuurunun gelişmesi şarttır. Evlilikte “biz” kelimesi kaldırıldığı zaman, "evlilikte yalnızlık" hadisesi ortaya çıkar. Erkek ve kadın, birbirinin rakibi değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Yapılan bir araştırmaya göre eşlerin evdeki rollerinin belirlenmemesi ve bir anlaşmanın sağlanamaması kadınların % 93'ünde problem meydana getiriyor. Ahenkli bir evlilik için kadın ve erkek birbirini tamamlamalıdır. Bir düşünür, “İnsanın, bilhassa müslümanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti, hanesidir.”(evidir) der. Şakik-i Belhî'nin şu sözü, ne kadar anlamlıdır: “Hanım! Sen benimle beraber olursan, (biz olursak), Belh şehrinin halkı karşımda olsa da dinimi yaşarım. Ama sen benim karşımda olursan, Belh halkı benimle olsa da mutlu olamayız!"
İnsanlar şekliyle, rengiyle, ruhuyla, özüyle ve gönlüyle değerlendirilmelidir. Günümüzün en önemli sıkıntılarından biri de gelinin el kızı, damadın el oğlu olarak görülmesidir. Acaba doğru olan nedir? Bu konuyla ilgili güzel bir örnek nakledelim:
Hz. Mevlânâ, oğlu Sultan Veled'i, sevgili dostu Selahaddin Zerkub'un kızı Fâtıma ile evlendirmişti.
Hz. Mevlana, düğün günü oğluna şu öğütleri verdi:
“Ey oğlum, şahımızın kızının, bizim ve bütün dünyanın gönlünün ve gözünün ışığı olan Fatıma'mızın, bir an yanılarak bile hatırını kırma!
Onu unutma, onu gücendirme. O sana verilmiş bir emanettir. O öyle bir kadındır ki, cevherinin temizliğinden ötürü şikayette bulunmaz, hep sabreder. Fâtıma'yı aziz tutasın.
Şu babanızın yüzünü, kendi yüzünü, bütün soyumuzun, sopumuzun yüzlerini ak etmek istersen onun hatırını aziz, pek aziz tut!
Onu can ve gönül tuzağıyla avlamak için, her günü ilk gün, her geceyi de bir gerdek gecesi say. Her günü ve geceyi, bayram günü ve gecesi bilesin."
Düğünün bir anında oğlunun karşısında durdu ve ona şefkatle bakarak şöyle dedi:
'Bir gün Rasülullah (Sallallahu Aleyhi vessellem.), Hz. Ali'nin elinden tuttu ve ona şu soruyu sordu:
“Ey Ali! Ciğerimi yeryüzünde yürür görürsen ne yaparsın? Allah'ın arslanı:
“Bilemem Ey Allah'ın elçisi!” dedi. Güzeller güzeli, sorduğu sorunun cevabını şöyle açıkladı:
“Evlatlarımız, bizim yeryüzünde yürüyen ciğerlerimizdir. Fatıma'ya öyle davran!'
Mevlana sözlerini şöyle tamamladı:
“Oğlum, ben de sana aynı şeyi hatırlatıyorum. Gözünün yuvasını Fatıma'ya konuk kıl. Yüreğinin içini ona yurt yap. Yine de ona bir şey yaptım sanma!”
Hz. Mevlânâ, gelini Fatıma Hatun'u öz kızı gibi görmüş, böylece de bütün kayınpederlere ve kayınvalidelere örnek olmuştur. Demek ki, damadı “el oğlu”, gelini “el kızı” görmez, evladımız olarak görürsek, mesele hallolur. Zira iyi bir damat, iyi bir gelin, kazanılmış iyi bir evlattır.
Büyükler küçüklerini evlat olarak görürlerse, küçükler de büyüklerini ata olarak bileceklerdir.
Haneleri cennet bahçesine çevirecek hususlardan birisi de budur.
HER ŞEYE KULAK VERMEYİN
Çok ve ölçüsüz konuşan bir toplum olduk. Konuştuklarımız yazılıyor (4) ve bunlardan hesaba çekileceğiz. Eşler birbiriyle ilgili sağın - solun haberlerine, laflarına kulak asmamalı, duyduklarını mutlaka süzgeçten geçir-melidir. Sadece kendisini düşünmemelidir. Zira sadece kendilerini düşünenlerin, kendilerinin ne önemi kalır ki?
İnsanları sürekli yargılasak, onları sevmeye zaman bulamayız. Affetmeyenler, affedilmezler.
Bir öğretmen, öğrencilerine bir teklifte bulunur:
“Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?”
Öğrenciler:“Evet!” derler. Öğretmen:
“Öyleyse yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz.” Çocuklar istenileni yaparlar. Öğretmen şöyle der:
“Şimdi, bu güne kadar affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbaya koyun.” Bazı öğrenciler üçer- beşer tane patates koyarken, bazılarının neredeyse torbası dolar. Öğretmen:
“Bunları bir hafta boyunca, hep yanınızda taşıyacaksınız.” der. Çocuklar, taşımaya başlarlar. Fakat sıkılırlar ve derler ki:
“Hocam, patatesleri taşımak zor, kokmaya başladılar.” diye şikâyet ederler. Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
“Görüyorsunuz ki affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi, ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi, karşımızdaki kişiye bir ihsan / iyilik, bağış olarak düşünüyoruz. Halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.”
(alıntı)