Adı: Sure adını ilk ayetindeki "el-Mü'minûn" kelimesinden almaktadır.
Nüzul Zamanı: Surenin gerek üslûb, gerekse ele aldığı konu onun Risalet'in Mekke döneminin ortalarında indirildiğini ortaya koymaktadır. Ayetleri okurken, işkenceler daha henüz vahşet derecesine ulaşmamışsa da, Hz. Peygamber'le (s.a) Mekkeli kâfirler arasında çetin bir mücadelenin başlamış olduğunu seziyoruz. Sure'nin sahih rivayetlere göre Risalet'in ortalarında meydana gelen 'kıtlık' senesinde indiği anlaşılıyor. Öte yandan, Urve bin Zubeyr'den rivayet edilen bir hadise göre, surenin indiği günlerde İslâm'a girmiş olan Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Bu sure indiğinde ben de Hz. Peygamber'in (s.a) yanındaydım ve onun durumunu gözlüyordum. Vahy hali bittiğinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: "Şimdi bana on ayet geldi ki, onlara uyan kesinlikle Cennete girecektir." Sonra da Sure'nin başlangıç ayetlerini okudular." (Ahmed ibn Hanbel, Tirmizî, Neseî, Hakim.)


Ana Tema ve Konular: Sure'nin ana teması, Hz. Peygamber'in (s.a) getirdiği mesajı kabul ve izlemeye çağrı olup, tüm sure bu tema çerçevesinde dönmektedir.


1-11 ARASI AYETLER ; Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını kabul edenlerin bu tür soylu karakter niteliklerini kazanmış olması Mesajın doğruluğunun pratik kanıtıdır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Mü'minler gerçekten felah bulmuştur;1
2 Onlar2 namazlarında huşû içinde olanlardır,3
AÇIKLAMA
1. Kurtulan 'Müminler' Hz. Muhammed'in (s.a) mesajını kabul edip, Onu rehber edinerek gösterdiği yolda gidenlerdir.
Bu açıklama, yapıldığı ortam gözönüne alınmadan önce tam olarak kavranamaz. Bir yanda, zengin ve refah içinde yüzen Mekke şefleri, hayatın lezzetlerinden alabildiğine yararlanan ve işleri hep yolunda giden İslâm düşmanları, öte yanda ise çoğunluğu doğuştan yoksul veya İslâm'a olan acımasız düşmanlığın sonucu yoksullaşmış müslümanlar vardı. Dolayısıyla, surenin başlangıcı olan "Muhakkak müminler kurtuldu; gerçek başarıya ulaştı" ifadesiyle Kâfirlere başarı ve başarısızlığın gerçek ölçüsünün onların kafalarındaki gibi olmadığı anlatılıyordu. Onların başarı sandıkları şey yanlış değerlendirmelere dayanmasının yanısıra, geçici ve mahiyeti gereği sınırlıydı da; sonunda varacağı nokta ise tam bir başarısızlıktı. Bunun aksine, kaybedenler olarak gördükleri Hz. Muhammed'in (s.a) izleyicileri ise gerçekten başarılı olanlardı. Çünkü Allah'ın Rasûlü'nün hidayet çağrısını kabul etmekle müminler kendilerini dünyada ve ahirette gerçek başarı ve sonsuz mutluluğa götürecek bir alışverişte bulunurlarken, karşısındakiler mesajı reddetmekle gerçek kaybedenler oldukları gibi, hem dünyada hem de ahirette inkarlarının karşılığını göreceklerdir.
Sure'nin ve Allah'ın suredeki hitabının işlediği ana tema baştan sona işte budur.
2. 2-9'uncu ayetlerde anılan müminlerin soylu nitelikleri yukarıdaki vurguyu kanıtlayan delillerdir. Bir başka deyişle, bu ayetlerde anılan niteliklere sahip olanların dünyada ve ahirette kurtuluşa erecekleri ifade olunmaktadır.
"Hâşi'ûn", bedenin olduğu kadar kalbin de bir durumu olan huşû'dan gelir. Kalbin huşûsu, korkmak ve güçlü bir şahsın karşısında heybet hissine kapılmaktır. Bedenin huşûsu ise, böyle bir şahsın huzurunda baş eğmek, bakışları aşağı çevirip sesi alçaltmaktır. Namazda hem kalbin, hem de bedenin huşû içinde olması istenir ve namazın özü de budur. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) namaz kılarken sakalıyla da oynayan bir adamı görünce, "Kalbinde huşû olsaydı, bedeni onu gösterirdi" buyurmuşlardır.
Yukarıdaki hadiste ifade olunduğu üzere, huşû her ne kadar kalbin durumuysa da, şüphesiz beden onu ortaya kor. Şeriat hem kalpte huşûnun sağlanmasına, hem de kalbin 'oynak' durumuna rağmen namazdaki fizîkî hareketlerin yerine getirilmesine yardımcı olmak açısından bazı kurallar koymuştur. Sözgelimi, namazdayken ne sağa dönülür ne sola; baş yukarı kaldırılmaz, göz her ne kadar sağa sola kayarsa da mümkün olduğunca secde yerine bakmak gerekir; yine namazdayken yer değiştirilmez, iki yana eğilinmez, elbiseyle oynanmaz ve üzerindeki toz toprak silkilmez. Aynı şekilde, secdeye varılırken oturulacak veya secde edilecek yer temizlenmez. Kazık gibi dimdik durmak, Kur'an ayetlerini "lâhn" üzere ve şarkı söyler gibi okumak, üst üste geğirmek ve esnemek de doğru değildir. Namazı hızlı hızlı kılmak da tasvip edilmemiştir. Namazın her bir rüknü yavaş yavaş ve huzur içinde yerine getirilmeli ve bir rükn tamamlanmadan diğerine geçilmemelidir. Şu kadar ki, namazda kişiye zarar verecek bir şeyden korkulursa bu bir elle giderilebilir, fakat eli tekrar tekrar kımıldatmak ve her iki eli birden kullanmak yasaklanmıştır.
Bu tür bedensel davranış kurallarının yanısıra, namaz esnasında ilgisiz şeyler düşünmekten de kaçınmak gerekir. İnsanın tabiî zayıflığı nedeniyle kendiliğinden zihne bir takım düşünceler gelirse, böylesi durumlarda zihnin ve kalbin bütünüyle Allah'a yönelmesi ve zihnin dille tam bir uyum içinde olması için elden gelen yapılmalı, ilgisiz düşüncelerin farkına varıldığında hemen dikkatler namaza yöneltilmelidir.
3 Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir,

"Lağv" , sözlük anlamıyla saçma, boşuna ve hiçbir şekilde kişinin hayattaki amacına ulaşmasında yararı olmayan şey demektir. Müminler böylesi şeylere önem vermezler ve hiç bir eğilim ve ilgi duymazlar. Bu tür şeylere dalındığını gördüklerinde hemen uzaklaşırlar ve titizlikle bunlardan kaçınırlar, ya da bunlara bütünüyle ilgisiz kalırlar. Bu tutum Furkan Suresi'nde şöyle ifade edilmektedir: "... Boş şeylerin yanından geçtiklerinde vakarla geçip giderler." (Ayet: 72)
Şüphesiz müminlerin önde gelen niteliklerindendir bu. Mümin her an omuzlarında sorumluluğunun yükünü hisseden kişidir; dünya onun için bir imtihan yeri ve hayat da bu imtihan için ayrılmış sınırlı bir süredir. Tüm zihni, bedeni ve ruhuyla imtihan kağıdına eğilen bir öğrenci örneği, bu duygu da mümini tüm hayatı boyunca ciddi ve sorumluluk içinde davranmaya yöneltir...
Nasıl imtihan salonundaki öğrenci her anının geleceği için ne kadar önemli ve etkili olduğunun bilincindeyse ve bu bilinçle en ufak bir anını bile boşa harcamak eğilimi göstermezse, aynı şekilde mümin de hayatının her anını yararlı ve nihaî sonuca götürücü işlerle geçirir. O kadar ki, eğlenme ve dinlenme konularında bile, kendini hayatta daha yüce hedeflere hazırlayıcı ve zamanı boşa geçirtmeyecek seçimlerde bulunur. Bunun yanısıra, mümin doğru düşünür, pak ve temiz tabiatlıdır ve halis zevkler sahibidir. Ahlâk dışı şeylere karşı herhangi bir eğilim taşımaz o. Yararlı ve doğru söz söyler, gevezelik etmez ince bir şakacılığı vardır, ama bu hiçbir zaman alay, eğlence, güldürmece ve taklit cinsinden değildir. Kulakların koğuculuk, gıybet, çekiştirme, iftira, yalan, iğrenç şarkı ve müstehcen sözlerden uzak kalamadığı bir toplum, mümin için bir işkence kaynağıdır. Va'd edilen cennetin bir özelliği de, ".... orda boş ve yararsız hiçbir şeyin duyulmayacağı" değil midir?

4 Onlar, zekâta ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir.



"Zekat" kelimesi arınma ve gelişme, büyüme, birşeyin düzenli olarak artması ve herhangi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek anlamındadır. İslâmi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek anlamındadır. İslâmi bir kavram olarak, hem serveti arındırmak için ondan alınan pay ve hem de bizzat arındırma eylemini ifade eder. Buradaki ayet metninin asıl anlamı, "Mümin sürekli arınma içindedir" şeklindedir. Bu yüzden anlam, yalnızca teknik anlamda "zekat" vermekle sınırlı olmayıp, ahlâk, mal-mülk, servet ve genelde tüm yaşayış açısından sürekli nefsi arınma halinde olmayı kapsar. Ayrıca, söz konusu edilen, kişinin yalnızca kendi nefsini 'arındırması' değil, başkalarını da arındırmaya çalışmasıdır. O halde, ayetin anlamı şöyle olmaktadır: "Müminler kendilerini ve aynı zamanda başkalarını arındıranlardır."
Aynı durum Kur'an'ın başka yerlerinde de ifade edilmektedir: "Andolsun, arınan ve Rabbinin ismini zikredip namaz kılan felah buldu" (A'la: 14-15) "Andolsun, nefsini arıtan felah buldu ve andolsun onu gömen kaybetti" (Şems: 9-10). Şu kadar ki, buradaki ayet hem kişinin kendisinin, hem de toplumun arınmasını vurguladığından anlam açısından daha kapsamlıdır."



5 Ve onlar namuslarını koruyanlardır;

Onlar kelimenin tam anlamıyla iffet ve namus sahibidirler. Her türlü cinsel sapıklık ve aşırılıktan uzaktırlar. Öylesine iffetlidirler ki, İlahi Kanunun başkaları önünde açılmasını yasakladığı yerlerini de örterler. Daha fazla açıklama için bkz: Nur an: 30 ve 32.

6 Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar, kınanmış değillerdir.
7 Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.
Bizzat cinsel arzunun ve onu özellikle dindar ve takva sahibi kişiler için meşru yollarla gidermenin de yerilmiş olduğu gibi yanlış bir anlama olmasın diye 'antr-parantez' (ara cümlesi) olarak bu iki ayet gelmiştir. Yalnızca müminlerin gizli yönlerini titizlikle korudukları ifadesiyle yetinilmiş olsaydı, bu durumda onların rahip ve münzevî bir hayat içinde yaşayan kişiler gibi evlenmeden "terk-i dünya" bir hayat sürmeleri gerektiği anlamı çıkarabileceğinden bu tür yanlış anlamalar pekişebilirdi. Bunu önlemek için, cinsel arzunun meşru yollarla giderilmesinde sakınca olmadığını böyle bir ara cümleyle belirtme gereği duyulmuş olsa gerektir. Şu kadar ki, bu arzuyu gidermede öngörülen sınırları aşmak yasaklanmaktadır.


8 (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.

Müminler kendilerine verilen emanetleri yerine getirirler. Bu bağlamda, Arapça "emanet" kelimesi çok kapsamlı olup, Allah, toplum ve bireyler tarafından kişilere "tevdi" edilen herşeyi içine aldığını belirtmeliyiz. Aynı şekilde, ahd ve Allah'la insan ve insanla insan arasında yapılan tüm anlaşma, sözleşme ve söz vermeleri kapsar. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) hutbelerinde ahidleri yerine getirmenin önemini sürekli vurgularlardı: "Emaneti yerine getirmeyenin imanı yoktur, sözünde ve va'dinde durmayanın da İslâmı yoktur." (Beyhakî). Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyurmaktadır o: "Dört özellik vardır ki, kendisinde bunların hepsi bulunan kimse hiç şüphesiz münafıktır; kendisinde bunlardan biri olan ise onu bırakıncaya değin o ölçüde münafıktır: a) Kendisine emanet edilen emanete ihanet eder, b) Konuştuğu zaman yalan söyler, c) Söz verdiği zaman sözünde durmaz, d) Kavga ve düşmanlığında sınır tanımaz."


9 Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.

Salavât, salât'ın çoğuludur. Ayet 2'de bizzat "salât ameli" ifade olunmuştu; burada ise kelimenin çoğul şekli tek tek vaktinde kılınan namaza işaret etmektedir. "Namazlarını titizlikle korurlar" namazlarını tam vaktinde kılarlar; gerektiği şekilde ve nasıl istendiyse öyle kılarlar; taharete, setr-i avrete (örtülmesi gereken yerlerin örtülmesine) ve tüm diğer şartlara riayet ederler; namazları savalım da, nasıl savarsak savalım türünden bir yük olarak görmezler; mekanik hareketlerle yetinmeden okuduklarını anlamaya çalışırlar ve alçak gönüllü kullar olarak Rablerine yalvardıklarının, O'nu andıklarının bilincindedirler.


10 İşte (yeryüzünün hakimiyetine ve ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır.
11-Ki onlar Firdevs (cennetlerin)e varis olacaklardır;10 içinde de ebedi olarak kalıcıdırlar.

"Firdevs" (Cennet) hemen hemen bütün dillerde birbirine pek yakın biçimlerde bulunan bir kelimedir. Kişinin evine bitişik, duvarlarla çevrili ve içinde de her türden meyve, özellikle üzüm bağları bulunan geniş bahçe anlamındadır. Bazı dillerde, kelimenin sevimli kuşlar ve hayvanlar içerme anlamı da vardır. İslâm öncesi Arap dilinde, "Firdevs" yaygın şekilde kullanılmaktaydı. Kur'an, Kehf: 107'de olduğu gibi kelimeye çoğul olarak da yer vermiştir. Demek ki, Firdevs, çok sayıda bahçeler, bağlıklar içeren geniş bir yerdir.