hayret makamı ...
“Bir özge temaşamız vardı” iyi bilirdik… İyi bilirdik! Evvel zaman içinde kâinat ve içindekiler evvela ilgimizi sonra hayretimizi mucip şeylerdi. Derin nazarı hak ederdi eşya; keşfedilmeyi kuşatılmayı değil hissedilmeyi, anlaşılmayı hak ederdi. Bir çift göze koca kâinatı sığdırmak gibi ciddi ve keyifli bir işimiz olduğunu zanneder; zaten başından acayip olan bu işi, karşılaştığımız her eşyada artan bir ilgi ve hayretle sürdürürdük. Henüz dünyayı keşfetmediğimizden(!) midir nedendir bilinmez, her şey bizim için fazlasıyla ilgi çekiciydi. Şahsi tarihimiz gibi medeniyetimizin çocukluk günleri de bu cümleden değerlendirilebilir. Biz de medeniyetimiz de çocukken duygular sahiciydi…
Kainat ve içindekileri ne ara keşfediverdik de hepsi bizim için sıradanlaştı fark edemedim. Öyle hızlanmışız ki yol kenarındaki tüm nesneler silikleşmiş olsa gerek. Değil özge bir temaşayı şöyle durup bakmayı bile çok görüyoruz. Kim bilir; aydınlık keşiflerimizle(!) dünyanın bilindik bir yer haline gelmesinden, hız tutkumuz yüzünden (daha sonra, daha sonra…) yahut milyonlarca uyaran bombardımanından kurtulmak için kendini kapatan algı yetimizden… Belki de sadece, artık büyüdük de ondan; hayret duygumuzu kaybettik. Şimdilerde bu duygunun yerine konan his müsveddesi için kullanılan ‘ifade’ hayli etkileyicidir: Oha falan oldum yani!
Oha falan nasıl olunur, bilgisizlikten onu pek izah edemeyeceğim. Sıkı Türkçecilerden olmama rağmen ifadenin sefaleti üzerinde de duracak değilim (zaten lüzum da yok). Fakat sadece, hayretle bu duygu müsveddesi arasındaki farka dikkat çekip geçeceğim: Hayret, ilgi, merak ve derin görüşü mündemiçtir. ‘Oha falan olmak’ içinse hassaten derin olmayan bir bakış kâfidir.
Hayretin başına gelen sadece bir örnek. Duygularımızın giderek yozlaştığı, pörsütüldüğü; imaj duygularla yaşar olduğumuz aşikar. Duyguların törpülenmesini her alanda yaşıyoruz. Ve her alanda düşük doz uyuşturucuya alışan bünyenin hep daha fazlasını istemesi gibi körelen duygularımıza hitap edebilecek hep daha fazla, daha farklı gerçeklikler istiyoruz.
Körelen duygularımızı etrafımızdaki herkesi, her şeyi hasılı kâinatı tüketerek yaşatabileceğimizi zannediyoruz. Oysa tüm duygular gibi hayret duygusu için de ‘yaşamak için koşturmak’ değil ‘hissetmek için durmak’ gerekiyor.
Durmak ve temaşa etmek... Akıp giden hayat içinde olmamak değil elbette. ‘Siz gidin ben arkadan yetiştirim’ demek değil durmak ve temaşa etmek. Temaşa; herkesle birlikte gitmek ama herkes gibi gitmeyebilmektir.
Evet uyuşturucu kötü bir alışkanlıktır fakat alışkanlığın kendisi dahi kötü bir uyuşturucudur. Aslolan alışmanın kıskacından kurtularak evrene bakabilmektir. Duyguların yozlaştığı zinciri kırabilmek için alışkanlığın ilk halkasını kırmak gerekmektedir.
İnsan güneşin doğup batması gibi bilimin şaşmaz yasaları tarafından onaylanan bir şeye hayret edemiyor da bunun için, bilimin yasalarının onaylamadığı yahut şimdilik fark etmediği şeyleri arıyorsa, mucize bekliyorsa yani hayata yanlış yerden bakıyor demektir.
“Güneş dünyaya göre falanca koordinatta doğar/batar. Bu mesele ispatlanmıştır, her gün de olur, doğaldır. Geçelim Venüs’e…”
Bu bilim için belki gerekli bir bakıştır. Oysa bizim için korkunç.
Yapılan deneyler göstermiş ki gürültülü müzik ve kötü sözler dinletilen su şekilsiz kristalleşirken; klasik müzik ve güzel sözler dinletilen düzgün/simetrik kristalleşmiş. Bu çok hoş ve ince bir hayret mevzuu. Hatta son yıllarda duyduğum en keyifli keşifti benim için. Fakat; başlı başına suyun kristalleşiyor olması, yıllardır bunu aynı ısıda yapıyor olması, buharlaşıyor olması gibi suya dair genel geçer tüm bildiklerimiz hayret mevzuu olma özelliğini yitirmiş de biz sadece eldeki bu son durumu acayip/ilgi çekici bulduysak hayret etmiyor tam da ‘oha falan’ oluyoruz demektir. Zira bunun için gerekli tek şart (derin olmayan bir bakış) bizde de zuhur etmiştir. Gözümüz aydın nur topu gibi bir imaj duygumuz daha oldu.
Kristalleşmeyi unutup farklı kristalleşmeye hayret eden(!) zihniyet bir süre sonra bunu da sıradan bularak daha sıra dışı bir hayret vakası arayacaktır. Oysa aslolan alışmanın kıskacından kurtularak evrene bakabilmektir. (Cümle tekrarı sehven değil fehmendir.) yoksa bir alt ya da bir üst seviyedeki olaya da hayretle bakışımız alışkanlığa dönüşecektir. Yani bakış açımızın bir noktasında alışkanlık var da daha üst düzey, farklı hayret mevzuları aramaya başladıysak bu fasit daire devam edecek demektir.
Özetle; evren ve içindekilerin varoluşuyla ilgili hayret duygularımızı kaybettiysek; varoluş çeşnileriyle ilgili sürprizlere hayretimiz de geçici olacaktır. Fiziğe duyarsızlaştıysak metafiziğe duyarlılığımız da uzun sürmeyecektir. Bu sebeple ilk ve en doğal duyarlılığımızı kaybetmemek hayatidir. Bu duyarlılık bebeklerin dünyaya bakışıdır ki kimileri için erişilmesi yahut kaybedilmemesi gareken bir makamdır: Hayret Makamı.