Ütopyalar
Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum ve devlet şekli anlamı taşır. Ütopyalar, ideal düzen arayışlarının tasarlanmış tipik örnekleridir.
Ütopyalar üzerine görüşler iki biçimde ortaya çıkmıştır. Bir kısmı özendirici, istenen nitelikte, diğer bir kısmı ise korkutucu, ürkütücü ütopyalardır.
İstenen (Özendirici nitelikte ) Ütopyalar
Bu tür ütopyalar ideal bir toplum ve devlet tasarımlarıdır. Bu özellikteki ütopyaların en önemlileri şunlardır:
Platon’un Ütopyası : Platon Devlet adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağını belirtmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar ( işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir. Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır .İşçi sınıfını erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.
Platon’un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de batı felsefelerinde temsilciler bulmuştur. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî’ de görmekteyiz.
Fârâbî (870-950)’nin Ütopyası : Platon’dan etkilenen Fârâbî Medinet’ül Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı esrinde böyle ütopik bir devlet tasarlamıştır. Ona göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır. Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Bunu sağlayan bu şehrin yöneticisidir. Yönetici, peygamber ile filozofun erdemlerini kendinde toplayan kişidir ve bu özeliklerini topluma yayarak devleti yönetir. Bireylerin de yöneticinin bilgilerine katılmasıyla mutlu bir şehir doğar.
Thomas Morus (1478-1535) ‘un Ütopyası : Roman tarzında yazdığı Ütopya Adası adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir.
Tommaso Campanella (1568-1639)’nın Ütopyası : Güneş Devleti adlı eserinde ütopik bir devlet yasarımı yaparken, o da Platon’un etkisi altında kalır. Güneş kentte her şey ortaktır. Aile yoktur. Eşlerin seçimi yönetimce yapılır. Kent bir rahip tarafından adilce yönetilir. Herkes dört saat çalışır. Geri kalan zamanda sanat, eğlence, okuma, beden ve ruhları eğitme gibi zevk veren işlere ayrılır. Yöneticinin yetkisi mutlaktır. Adları “Güç”, “Akıl”, “ Sevgi” anlamına gelen üç yardımcısı vardır.
Francis Bacon (1561-1626)’ ın Ütopyası : Yeni Atlantis adlı eserinde ütopik devletini tanıtır. “Ben Salen” adlı adada sağlam bir ahlâk anlayışı egemendir. Özel bir örgüt halkın bu yüksek bilgi ve kültürünü planlar ve yürütür. Buna göre “Yeni Atlantis” bir bilgi devleti olarak tasarlanmıştır.
Korkutucu Nitelikte Ütopyalar
Günümüzde de ütopyalar yazılmaktadır. Ancak, bunların ortak bir niteliği vardır, o da toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermektir. Bu tehlike bir yandan makineleşen bir toplumda insanın duygu, düşünce ve değer sistemleri ile yok olup gitmesidir. Öte yandan, insan özgürlüklerinin, demokratik hakların kurulacak bir despotik devlet tarafından yok edilmesidir. Bu ütopyalar insanları bu türden tehlikeler için önceden uyarmaktadır.
Huxley (1894-1963)’in Ütopyası : Yeni Dünya adlı eseri bir bilim-kurgu özelliği taşır. “ Yeni Dünya” da teknoloji çok gelişmiştir. İnsanlar sunî yoldan üremektedir. Evlilik yoktur. İnsanlar çalışır ve eğlenirler. Hastalanma ve yaşlanma yoktur. Geçmiş tüm değerleriyle yok edildiği için , geçmişi düşünme ve özlem duyma yoktur.
Bu ütopya, doğal yaşamdan kopmayı dile getirme açısından geleceğe ilişkin bir korku ütopyasıdır.
G. Orwel (1903-1950)’ın Ütopyası : Orwel, ‘1984’ adlı eserinde despotizmin (zorbalık) egemen olduğu bir dünyayı tasvir eder. Bu ütopyaya göre, dünya eşit güce sahip üç bloka ayrılmıştır. Yönetenler tek egemen güçtür. İnsanlar yöneticilerin korkusu ile sinmiş, özgürlükler kaldırılmış, ahlâki ve insani duygular yok edilmiş, düşünme ve düşündüğünü söyleme yasaklanmış, yaşam tüm güzelliklerini yitirmiştir. Hiç kimse birbirine güvenememektedir. Çoğu kişiler casustur. En yakınlarını yönetime gammazlama bir ödev haline getirilmiştir. Bireylerin kişilikleri tamamen silinmiştir.
Orwel bu eserinde, gelecek üzerine korkularını dile getirmiştir. İnsanları, modern dünyayı etkileyebilecek sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltmek istemiştir.
PLATON (EFLATUN)
Düşünce tarihinde, tüm zamanların, kendinden sonraki dönemleri en çok etkileyen iki ismi Platon ve Aristo’dur. Sokrat’ın öğrencisi ve Aristo’nun hocası olan Platon’un etkisi, XIII. yüzyıla kadar olan dönemde Hıristiyan tanrıbilimi üzerinde Aristo’ya kıyasla daha da fazla hissedilmiştir. Nietzsche, Hıristiyanlığı Platonismin geniş kitleler için geliştirilmiş bir şekli olarak tarif ederken, bu etkinin büyüklüğünü vurgulamaktadır.
Arap dünyasında Eflatun olarak bilinen Platon’un, insan düşüncesi üzerinden kalkmayan bir büyü benzeri etkisini, şu iki örnek ortaya koymaktadır : Sokrat’dan miras aldığı “bilgelerin yönetimi” düşüncesini sistemleştirmiş olan Platon’un asıl adı Aristokles, sıkça kullanılan “Aristokrat” ve “Aristokrasi” kelimelerinin kökenini oluşturmuştur. Ayrıca “Platonik” kelimesi de çağlar boyu, “maddesel olmayan, sadece düşünsel boyutta var olan” anlamında kullanıla gelmiştir.
Platon, ününü, hemen hepsi günümüze ulaşmış olan diyalog şeklinde ki eserlerine borçludur. Eserleri karakteristik özellikleri ve yazılış tarihleri itibariyle üç evrede incelenir. Gençlik dönemine ait birinci evre eserleri, soru cevap şeklinde diyaloglar halindedir. Sokrat’ın çok yoğun etkisi altında ve onun ağzından kaleme alınmışlardır. Dolayısıyla bunlara Sokratik diyaloglar da denir. Çağdaşı olan filozofların fikirlerindeki yanlış ve eksikler konu edilir sürekli. İkinci evre eserler, diyaloglar halinde olmayıp Platon’un kendi düşünce sistemini ortaya koyarlar. Yaşlılık dönemine ait üçüncü ve son evre eserlerde Platon, tekrar diyalog yöntemine ve kafasındaki ideal devlet yapısını tekrar tanımlamaya döner, ama bu sefer biraz daha gerçeklere yakın, fakat toplumu eğitme görevini felsefeden alıp daha fazla din kurumuna emanet ederek.
Ardından gelen yüzyıllarda, Platon’un liberal olmayan, hatta zaman zaman totaliter denebilecek düşünceleri, nedenleri ve sonuçları itibariyle tam olarak anlaşılmasa bile, daima övülmüştür. Şu anda amacımız, onu yüceltmek yerine, onun düşüncelerini - neden ve sonuçları ile birlikte - irdelemek olmalıdır.
Platon’un siyaset felsefesi, onun düşünüşünün odak noktasını oluşturur. Genel felsefesi ise sadece kendi siyasal görüşlerini desteklemek için geliştirdiği bir düşünce sistemidir. Onun ünlü, “Toplumlar, filozofların kral, ya da kralların filozof olduğu güne kadar, rahat huzur yüzü görmeyeceklerdir.” sözü, toplumu bilgelerin, filozofların yönetmesi gerektiği yolundaki aristokratik, eşitsizlikçi oligarşik görüşlerine evrensel temel oluşturabilmek için, aklın üstünlüğünü ve yönetimin akla ait olduğunu, felsefî düzeyde kanıtlama girişiminden başka bir şey değildir.
Hocası Sokrat’ın, halk meclisindeki demagogların etkisi ile Atina demokrasisi tarafından Tanrılara hakaretle suçlanıp öldürülüşü, onun bir süre Mısır’a daha sonra da Pisagorculuğun yoğun biçimde yaşandığı güney İtalya’ya gitmesine neden olmuştur. Buralarda Sokrat öğretisindeki ruhun ölmezliği ile ilgili fikirlerin Orfeuscu kökenlerini, inceleme ve kendine adapte etme fırsatı bulmuştur. Dönüş yolunda Atina ile savaşta olan Aigina kentinde tutuklanmış ve kısa bir kölelik dönemi de yaşamıştır. Onu tanıyan Kyreneli bir Filozof tarafından satın alınmış ve hürriyetine kavuşturulmuştur. Daha sonra Platon bu parayı geri ödemeye çalışmış fakat geri istenmediğinden bu para ile Atina’da, dünyanın ilk yerleşik üniversitesi olan ünlü okul Akademia’yı kurmuştur.
Bilgi Kuramı
Platon’un ünlü İdealar kuramını incelemeye almadan önce, onun evreni algılayış biçimini kısaca irdelemekte yarar vardır. Yapıtları bu amaçla incelendiğinde, Cumhuriyet isimli eserinde yer alan ünlü “Mağara benzetmesi” hemen göze çarpar. Platon, felsefe tarihinde oldukça meşhur olan bu mağara benzetmesini, özet olarak şöyle bir dekor içinde aktarır : “Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkumdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. İçlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içerdekileri, duvarda gördüklerinin zâhiri olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkansızdır.” Platon’a göre, insanın yaşam içinde bulunduğu ortamı, bu mağara benzetmesi çok güzel anlatmaktadır.
Platon’un iki evren ayırımı yaptığından kuşku yok. Bir yanda başlangıçsız, sonsuz ve mükemmel olan bir idealar evreni, öte yanda, ölümlü, mükemmel olmayan, nesneler evreni. İnsan bedeni ile gölgeler evreninde bulunmasına rağmen, ruhu bir zamanlar idealar evreninde bulunmuş olduğu için, idealar evrenindeki gerçekler hakkında, kesin olmayan fikirlere sahip olmaktadır. Platon’a ona göre bilgi, ruh için sadece bir “hatırlama”dır. Bu “doğuştan bilgi” veya “ruhun hatırlayışı” konusu Platon’a göre yaşam öncesi bir hayatın varlığı, dolayısıyla ruhun ölmezliği konusunda önemli bir kanıttır. Bu anlayış onun düşüncesinin, Orfeuscu ve Pisagorcu köklerinin kesin işaretidir.
İdealar evreninde salt akıl yoluyla edinilen gerçeğin doğru bilgisi “episteme” ve nesneler evreninde duyularımızla edindiğimiz kanılar; Platon’un evreni algılayış biçimine uygun bir bilgi kuramı... Hemen işaret edelim, çağdaş kavrayışımıza tümüyle ters düşüyor olması, doğuştan gelen bilgiyi, bilgi problemine temel yapan ilk düşünürün Platon olduğu gerçeğini değiştirmiyor…
İdealar Kuramı
Platon’un İdealar Kuramı üzerine neler inşa edebildiğini görmeden önce, idea kelimesinin Platon için ne ifade ettiğini anlamalıyız. İdealar yalnızca nesnelerin düşünsel karşılıkları değildir. Nesnelerin olduğu kadar, nesnesel karşılığı bulunmayan, “adalet, eşitlik, güzellik” gibi soyut kavramların da, kendi ideaları vardır. Ve idealar evreninde, idealar, en üstlerinde Platon’un Tanrı ile özdeşleştirdiği “İyi İdeası”nın da bulunduğu bir sıra düzeni içindedirler. Somut nesnelerin olduğu kadar soyut kavramların da ideaları olduğunu düşünerek, fizikî ve sanal evreni ayrı ayrı inceleyecek olursak; sanal evrende ki formlar hakkında bilgilerimizin tam ve kesin olduğunu, oysa fizikî evrende bulunan nesneler hakkında ise ancak bir kanı, yaklaşık bir bilgi sahibi olabildiğimizi görürüz. Çünkü fizikî evrende algıladığımız hiç bir nesnenin, zihnimizde canlandırdığımıza tıpa tıp uyduğunu iddia edemeyiz. Fizikî evreni algılamamız sürekli yuvarlamalara mahkumdur. Bu iddiayı daha iyi açıklayabilmek için şu misaller verilebilir : Dünyada 1 metre uzunluğu ölçtüğümüz milyonlarca belki milyarlarca 1 metrelik cetveller olabilir ama aslı Paris’te Luvr müzesinde özel şartlarda koruma altındadır. Diğerleri ona çok yaklaşık uzunlukta olabilirler ama mutlak eşitliklerini kimse iddia edemez. Algılamalarımızda ki yuvarlamalara Felsefe dünyasından bir başka ünlü örnek : Heraklitosun “Bir nehrin aynı sularından iki defa asla geçemeyiz, ama biz hep aynı nehri geçtiğimizi zannederiz”, sözüdür.
Platon, anlatmaya çalıştığımız bu İdealar Kuramı üzerine, mantıktan metafiziğe, matematikten sanata ve nihayet teolojiden ideal toplum düzenine uzanan, günlük hayatı tüm boyutlarında tarif eden sistemler inşa etmiştir. Bunlara da kısaca değinilmesi bu kuramın ne işe yaradığını bilmek açısından gereklidir.
İdealar Kuramının mantığı ilgilendiren yönü, genel sözcüklerin anlamıyla ilgilidir. Misal olarak “kedi” sözcüğünü ele alalım : Dünya da “kedi” tarifimize uyan bir çok hayvan olduğunu hepimiz kabul ederiz. Aslında bu sözcükle neyi kastediyoruz? Doğrusu, her özel kediden ayrı bir şeyi… Bir hayvan, tüm kedilere özgü olan genel yapıyı taşıdığı için kedidir ama “kedi” sözcüğünün anlattığı şey herhangi bir kedi değil “evrensel”, yani “tümel” kedidir. İşte bu sanal kedi herhangi bir kedi doğduğunda doğmaz, ölünce de ölmez, uzayda veya zamanda bir yer kaplamaz. İşte İdealar Kuramının mantığı ilgilendiren yönü budur. Bu bölümün kanıtları daima güçlü ve geçerlidir, ama öğretinin metafizik bölümünden de tümüyle bağımsızdır.
Platon öğretisinin metafiziği ilgilendiren bölümüne göre “kedi sözcüğü” belirli ideal bir kediyi, Tanrının yarattığı tek bir kediyi dile getirir. Çevremizde gördüğümüz canlı olan kediler ideal kediyle ortak bir yapıya sahiptirler, fakat az ya da çok eksiktir bu ortaklıkları. Bu türden çok kedi vardır ama sadece ideal kedi gerçektir, tek tek kedilerse görüntüsel.
Platon’a göre, ruh gözü ile idealar evreninde gördüklerimizin somut nesnelere uygulanışından Matematik ve Geometri ilimleri oluşur. Gerçek olan sadece İdealar evreni olduğundan, bu ilimlerin de ancak bu ortamda varlığından söz edilebilir. Mesela daireye sadece bir noktada değen teğet çizgisinden ancak böyle bir kabul altında söz edilebilir. Ona göre sayılar dizisi idealar evreninin ilk basamağıdır. Şayet matematiği idealar evreninde yok farz edersek geriye ne sayma ne ölçme kalır. Platon’un sayılar konusundaki görüşlerinde, Pisagorcuların etkili olduğunu, öğrencisi Aristo’nun yazılarından biliyoruz.
Fizikî dünyanın, idealar evreninin sadece kötü bir kopyası olduğunu iddia eden bir algılayış biçiminde, resim, heykel gibi görsel sanatlara fazla önem verilmesini beklemek herhalde yanlış olur. Bu tür sanatlar, Platon için gerçeğin kötü bir kopyası olan dünyanın, daha da kötü başka kopyalarını üretme çabaları olarak tanımlanır. Buna paralel olarak edebiyat ve müzik gibi sanatlarda, sanatsal amaçlı değil toplumsal eğitimin bir parçası olarak, yani sadece bir araç olarak anlam ifade ederler.
Başta da işaret ettiğimiz gibi, bütün bu felsefi çabalar, aslında zihinlerde bir ideal devlet anlayışını oluşturmak adına yapılmaktadır. Bu sebeple Platon’un siyaset felsefesi konusundaki fikirleri, tüm eserlerine yayılmıştır. Düşünceye başlangıç noktası hepsinde aynıdır : İki türlü evren, iki türlü bilgi olduğuna göre yapılacak şey, nesneler evrenindeki her şeyi, özellikle toplumsal kurumları, olabildiğince idealar evrenine benzetmeye çalışmaktır. Devlet isimli diyalogunda belirttiğine göre insanların toplu yaşamalarına yol açan, bir başka deyişle toplumu yaratan neden, insanların kendi kendilerine yeterli olmayıp, yaşamak için başka insanlara olan gereksinmeleridir. Örneğin çiftçi kunduracının yaptıklarına kunduracı çiftçinin yetiştirdiklerine muhtaçtır. Kısacası, toplumu yaratan şeyin bu iş bölümü olduğu söylenir. Bu iş bölümünden yola çıkılarak sınıflı toplumun yapısı oluşturulmaya çalışılır. Platon zihinsel güçleri yerine bedenî güçleri ile çalışanları, “besleyiciler sınıfı”na sokar. Bu sınıf yalnızca üretim işleriyle uğraşmalı askerlik, yöneticilik gibi beceremeyeceği işlerle uğraşmaya kalkmamalıdır. Doğuştan yürekli, güçlü ve çevik olanlarsa, askerler, yani “koruyucular sınıfı”nı oluşturacaklardır. Böylece Platon’un Devlet isimli eserinde taslağını çizdiği “ideal devlet”in iki ana sınıfı ortaya çıkmış olur. “Yöneticiler”, koruyucular sınıfı içinden seçilip yetiştirilen belirli sayıda insan olacağı için onların sınıftan çok bir grup, bir kadro olacakları söylenebilir. Böylece besleyiciler sınıfı, koruyucular sınıfı, yönetici kadro olarak üçlü bir yapı oluşur. Platon ideal devlette, toplum yöneticilerine, toplum yararına olan bazı “yararlı yalanlar” söyleme hakkı da tanır. Bu yalanlardan biri, halkın böyle tabakalı bir toplum düzenine karşı çıkmasını önlemek için anlatılabilecek olan “metaller mitosu”dur. Platon, yöneticilerin, halkı şu mitosa inandırmalarını ister :
“Bu toplumun birer parçası olan sizler birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan tanrı, aranızda önder (yönetici) olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı (koruyucu) olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçilerin ve öteki işçilerin (besleyicilerin) mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aranızda bir hamur (maya) birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir.
”Böylece Platon, işbölümüne, doğuştan kalıtımsal farklılıklara dayandırdığı sınıflı toplumu, akıllıdan akıllı, güçlüden güçlü çocukların doğacağını söylediği bir “ırk öğretisi”nin yardımıyla, sınıflar arasında pek küçük bir geçişkenliğin bulunacağı bir yarı kast toplumu biçimine sokmaktadır. Halka, “mayasında demir ya da tunç karışık olanların önderlik edeceği gün kentin yok olacağını tanrı buyurmuştur” denecektir.
Bu şekilde, genel çizgiler içersinde sizlere aktarmaya çalıştığım Platon’un ideal devlet anlayışının, aslında sınıfların iç yapılarında yurttaşların evlilik hayatlarına kadar giren çok detaylı bir kurallar içeren bir sistem olduğunu unutmamalıyız.
Platon bu devlet anlayışı ile günümüzde çok kullanmakta olduğumuz bir başka sözcüğe de babalık etmiştir : Ütopya. Platon’un “Devlet” adlı eserinde anlattığı, ama sonraları gerçekleşmesinin imkansızlığını kendisinin de anladığı bu devlet sistemine, yunanca “hiç bir yerde olmayan” anlamında : Ütopya denilmiştir. Platon, ileri yaşlarında kaleme aldığı “Nomoi/Yasalar” adlı eserinde ise, “Politea/Devlet” yapıtındaki sosyalist toplumu az da olsa üretim araçlarının paylaşımı konusunda liberalleştirmiştir. Ayrıca, yöneticilerin keyfî kararlarının yasalardan üstün olmaması için, hukukun üstünlüğü prensibini getirmiştir. Fakat bu son eserinde bile, yine de derinliğine bir dinsel duygu egemendir. Sokrat’tan da önce yaşamış olan Protogoras “insan her şeyin ölçüsüdür” derken Platon “Yasalar”da, “her şeyin ölçüsü insan değil, Tanrı’dır” demektedir.
Felsefî mirası
Felsefede, gerçek varlıkların nesneler ve bunların kavramlarının ise zihnimizdeki yansımaları olduğunu kabul eden “materyalizm”e karşılık, kavramların, ideaların gerçek varlıklar olduğunu ileri süren Platon’un bu tutumuna, “İdealist Felsefe” veya “Epistomolojik İdealizm” diyoruz. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak Platon, Empirizmi yani deneylerle, duyular yoluyla bilgi toplamayı, usul yönünden reddetmektedir.
Modern filozoflar, günümüzde kullanılmakta olan bir çok kavramın insanlar tarafından yaratılmış olduğu argümanını ortaya koyarak, Platon’un İdealar Kuramının geçersizliğini ispat çabasına girmişler ve hatta ispat da etmişlerdir. Şu anda onun siyasi felsefesine inanan siyaset bilimci ve etikçi yok denecek kadar azdır. Fakat “Platonik” kelimesi her kullanıldığında, onun insani ilişkilerin bir boyutuna 2400 yıl önce getirdiği tarif tekrar güncelleşmektedir. Platon tarihin yetiştirdiği ilk gerçek idealisttir. Metafiziksel çalışmalar onunla birlikte başlamıştır. Felsefenin temel kuramlarını ilk sorgulayan ve üzerlerinde ilk defa açık ve belirgin fikirler ortaya koyan odur. Soyut akıl yürütme yöntemlerini kullanarak politikanın genel prensiplerine varmak üzere çıktığı yolda Platon’u takip ederek politik başarı sağlayan siyasetçiler politika sahnelerinde kim bilir ne kadar daha varlıklarını sürdüreceklerdir.
Attilâ Tözün
26.08.2002
Kaynaklar
1. Bertrand RUSSELL, History of Western Philosophy, s. 122 – 172.
2. Bazı İnternet Web sayfaları.
3. Ord. Prof. Dr. Ernst von ASTER, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, s. 144 – 197.
4. Alâeddin ŞENEL, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 140 – 162.
5. Doğan ÖZLEM, Günümüzde Felsefe Disiplinleri s. 167 – 200.
EBU EL-NASIR EL-FARABİ ( 870 - 950)
Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah el-Farabi, (İS. 870)'de Türkistan'da Farab yakınında küçük bir köy olan Vasic'te doğdu. Ebeveynleri aslen İranlı soyundandır, fakat ataları Türkistan'a göç etmişlerdir. Avrupa'da 'Alpharabius' olarak bilinen Farabi, bir generalin oğlu idi. İlk öğrenimini Farab ve Buhara'da tamamladı, fakat daha sonra, yüksek öğrenim için uzun bir süre yani 901- 942 arasında okuduğu ve çalıştığı Bağdat'a gitti. Bu süre boyunca, ilim ve teknolojinin bir çok dalında olduğu gibi bir kaç dil üzerinde de ustalık kazandı. Altı Abbasi Halifesi'nin hükümdarlığı boyunca yaşadı. Bir filozof ve bilim adamı olarak, çeşitli ilim dallarında büyük ustalık kazandı ve farklı dillerde bir uzman olarak aktarıldı.
Farabi bir çok uzak ülkeyi gezdi ve bir süre Şam'da ve Mısır'da çalıştı, fakat Halep'te Seyfü'd Devle'nin sarayını ziyaret edinceye kadar tekrar tekrar Bağdat'a geri geldi. Kralın sadık danışmanlarından biri olmuştur ve ününün uzak ve geniş bir biçimde yayılması burada Halep'te olmuştur. İlk yıllarında, bir Kadı (Hakim) idi, fakat sonradan meslek olarak öğretmenliği seçti. Kariyeri boyunca, büyük zorluklara katlandı ve bir keresinde bir bahçenin bakıcısı bile oldu. HS. 339 / İS. 950'de 80 yaşındayken Şam'da bekar olarak öldü.
Farabi, fen bilimine, felsefeye, mantığa, sosyolojiye, tıbba, matematiğe ve müziğe epeyce katkıda bulunmuştur. Başlıca katkıları felsefeye, mantığa ve sosyolojiye olmuş gibi görülmektedir ve, elbette, bir Ansiklopedici olarak da göze çarpmaktadır. Bir filozof olarak, Platon ve Aristo felsefesini İslam felsefesi ile bağdaştırmaya çalışan bir Yeniplatoncu(Neoplatonist) olarak sınıflandırılabilir ve onun orijinal katkılarını kapsayan birkaç diğer konudaki çok sayıda kitabına ek olarak Aristo'nun fiziği, meteorolojisi, mantığı, vb. üzerine bazı zengin açıklamalar yazmıştır. İslam felsefe geleneğinde, 'ilk öğretmen' olarak bilinen Aristoteles'ten sonra 'İkinci Öğretmen' (el-muallimü's-sani) olarak anılır. Farabi'nin önemli katkılarından biri de mantık çalışmasını iki kategoriye, yani, Tahayyül (fikir) ve Subut (ispat), bölerek kolaylaştırması idi.
Sosyolojide, ünlü olan Erdemli Şehir (Ara Ehli'l-Medineti'l-Fazıla) dışında birkaç kitap yazdı. Psikoloji ve metafizik üzerine kitapları büyük ölçüde kendi çalışmalarını yansıtmaktadır. Aynı zamanda müzik üzerine de Müzik Kitabı(Kitab'ül-Musika) başlıklı bir kitap yazmıştır. Müzik sanatı ve bilimi üzerine büyük bir uzman idi ve müzik notaları bilgisine katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır. Fizikte, boşluğun varlığını göstermiştir. Kitaplarının çoğunun kaybolmasına rağmen, 43 mantık üzerine, 11 metafizik üzerine, 7 ahlak üzerine, 7 siyaset bilimi üzerine, 17 müzik, tıp ve sosyoloji üzerine ve de 11'i tefsir olmak üzere 117 eseri bilinmektedir. Daha ünlü kitaplarından bazıları, çeşitli ilim merkezlerinde birkaç yüzyıl boyunca bir felsefe ders kitabı olarak kalmış olan ve Doğu'da bazı kurumlarda halen öğretilmekte olan Fusus al-Hikam kitabını içermektedir. Kitab al-Isa al-Ulum kitabı, bilimin sınıflandırılmasını ve esas ilkelerini yeknesak ve faydalı bir tarzda incelemektedir. Ara Ehli'l-Medineti'l-Fazıla 'Model Şehir' kitabı sosyoloji ve siyaset bilimine ilk önemli katkıdır. ,
Farabi birkaç yüzyıl boyunca bilim ve ilim üzerinde büyük bir etki bırakmıştır.Farabi, sonradan bir Neoplatonik yazarın eseri olduğu ortaya çıkmasına rağmen, Aristoteles'e mal edilen Teolojisi kitabını,Aristoteles'in yazdığını sanmıştır. Buna rağmen felsefede yüzyıllar boyunca ikinci öğretmen olarak kabul edilmiştir ve felsefe ve tasavvufun sentezini amaçladığı eseri, İbn Sina'nın çalışmasının yolunu açmıştır.
Akılcılıkla İslamı Bağdaştırmaya Çalışan İlk Türk Düşünürü: F A R A B İ
Farabi (Faraplı) diye anılan Ebu Nasr Muhammet (870-950), eski Grek felsefesini yorumlayan ve geliştiren bir filozof olarak tanınmaktadır. O İslam dinine felsefi bir nitellik kazandırmak, İslamiyetle Platon(Eflatun) ve Aristoteles felsefelerini bağdaştırmak istemişti. Bu nedenle İslam felsefesinin kurucusu sayılmış,aynı zamanda kendisine Aristoteles’ten sonra gelen ikinci öğretmen anlamında “hace-i sani” unvanı verilmiştir. Bunun dışında onun siyaset sosyolojisi ile ilgili olarak yazdığı Erdemli Şehir adlı eseri de ününü artırmıştır. Farabi, bu kitabında faziletli bir devletin ve onun başkanının nasıl olması,ne gibi nitelikler taşıması gerektiği üzerinde durmuştu. Nihayet onun bir bilim sınıflaması yapması ve bu arada müziği bir bilim dalı olarak ele alıp değerlendirmesi de belirtilmeye değer.(Ş. Turan, Türk Kültür Tarihi, s: 164)Farabi (872-950),İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusudur. Siyaset felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “ Medine-i Fadıla”(Erdemli Şehir) ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştu. Erdemli Şehir adlı yapıtında Eflatun’un ‘Cumhuriyet’inden yararlandığı anlaşılıyor. Doğu felsefesi ile eski Yunan felsefesini birleştirmeye, uzlaştırmaya çalıştı.
Siyasal alanda eski Yunan felsefesi,Arap düşüncesine 9. yy’da El-Kindi ile girmişti. Eflatun’un ve Aristo’nun eserlerinin Arapça çevirilerinden yararlanan El-Kindi, devlet yönetimi ile ilgili bir düzine risale yazmıştı. Bununla birlikte İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusu olarak Farabi bilinir. Farabi, devlet felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “Medine-i Fadıla” ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştur. Bue eserlerde,devleti Aristo gibi uzuvcu bir yaklaşımla ele almış ve nasıl insan vücudu belli organlardan oluşuyorsa,çeşitli düzeydeki toplumların da belli organlardan oluşan bir yapıya sahip olduklarını iler sürmüştür. Farabi bu konuda,Eflatun’un “Cumhuriyet”inden esinlendiği anlaşılan, beş tabakalı bir Erdemli Şehir ("Medine-i Fadıla”) tablosu çizmiştir. Bu siyasal birimin başında bir “filozof-hükümdar” bulunacak,eğer böyle biri yoksa devleti ya bir grup ya da kanun ve gelenekleri iyi bilen biri yönetecektir. Toplumun tabakaları birbirlerine sevgi ile bağlı olacaklar ve toplumun yönetimine “adalet” ilkesi egemen kılınacaktır. Farabi, devlet hayatı ile ilgili ilkeleri sayarken, ilk olarak “adalet”i belirtmekte ve “ adalet toplum mensuplarının paylaştıkları bütün iyi şeylerin başında gelir” demektedir. Burada “Prenslerin aynası” geleneğini oluşturan, doğu felsefesi ile eski Yunan siyasal düşüncesini birleştiren temel bir ilke ile karşı karşıyayız.
Farabi’nin düşüncesi,kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş,Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17. yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi)u yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset” alanında kitaplarla doluydu.
PLATON VE CAMPANELLA’NIN SİYASET FELSEFELERİNİN KISA BİR KRİTİĞİ
Hiçbir filozof yoktur ki içinde yaşadığı toplumun problemleriyle ilgilenmiş olmasın. Bilindiği üzere, toplumu meydana getiren, bireylerdir; her bireyin de kendine özgü problemleri bulunmaktadır. Değişik sorunları olan fertlerin bir araya gelmesiyle oluşan toplumun bireylerinin de birbirleriyle değişik yer, alan ve zamanlarda ilişkileri olmaktadır. Bu ilgi veya ilişkilerde, bir takım problemlerin yaşanması da kaçınılmazdır. Aynı ebeveynden doğan çocuklar arasında bile anlaşmazlıklar yaşanabildiğine göre, farklı duygu, düşünce ve hareket tarzlarına sahip olan ve birbirlerine yabancı olan insanlar arasında çeşitli sorunların ortaya çıkması da kaçınılmaz olarak değerlendirilebilir. İnsanlar, bu sorunları kendiliklerinden çözemeyeceklerini bildikleri için, kendilerinde gördükleri otoriteyi, bir kurum şeklinde oluşturdukları ve aralarındaki problemleri çözmesini bekledikleri ‘devlet’e devretmişlerdir.
Devlet, bütün siyasi kurumların en büyüğü olarak kabul edildiği için, ‘kurumların kurumu’ olarak nitelenmiştir. Bu niteleme doğrultusunda ‘devlet’in tanımı şöyle yapılabilir: “Devlet, amacı toplumsal düzenin, adaletin ve toplumun iyiliğinin sağlanması olan; belli bir toprak parçası (ülke) üzerinde yerleşmiş; bir insan topluluğuna dayanan ve topraklar üzerinde nihai meşru kontrole (otoriteye) sahip; siyasal bir örgütle (hükümet) donanmış sosyal bir organizasyondur.” Öyleyse devlet, insan, toprak(ülke) ve egemen bir siyasal otoritenin birlikteliğinden oluşan hukukî bir örgütlenmedir; belli bir ülkede meşru egemenlik iddiasıyla, o ülkede yaşayan bütün insanların hak, görev, sorumluluk ve davranışlarının kontrolünü elinde bulunduran hukuksal bir kurumdur; veya bir toplumdaki bütün hukukî kurumların soyut düzeyde toplamını ifade eden bir kavramdır. Devlet, toplumu ilgilendiren bir kurumdur. “Bir toplumsal nesnenin doğasını tanımlayan şey, onun ‘yaptığı iş’, ‘yerine getirdiği görev’, ‘oynadığı rol’, ‘doldurduğu yer’.., kısacası, onun işlevidir.” Buna göre yukarıdaki tanımlamalar da göz önünde bulundurulduğunda, bu kurumun nasıl ve niçin oluştuğu ve neleri çözmeye çalıştığı gibi hususların, öncelik arz ettiği ve bu hususlarla da ‘devlet felsefesi’ veya daha yaygın bir ifadeyle ‘siyaset felsefesi’nin ilgilendiği anlaşılmaktadır. İnsanların nasıl yaşaması, ne şekilde davranması noktasından hareket eden siyaset felsefesi, insan için en iyi yönetim biçimi veya başka bir ifadeyle siyasal iyi’nin ne olduğu ve bunun gerçekleştirilmesi için ne yapılması gerektiği konularına çözüm aramaktadır. Esasen insan, bu sorulara tatmin edici bir cevap bulabilseydi, sorun daha baştan itibaren çözülmüş olurdu ve belki de siyaset felsefesi yapılmayabilirdi. Toplumun oluşmasıyla birlikte, problemler de açığa çıkmış ve insan, toplumsal mutluluğu bulabilmenin peşinde olmuştur; bununla birlikte o, ‘işte mutluluk buradadır’ deme şansına sahip olabilmiş midir?
İnsanlık tarihine şöyle bir bakıldığında, bu sorunun cevabının arandığı, değişik yönetim şekillerinin bulunduğu görülmektedir. Bu yönetim biçimleri arasında demokrasi, monarşi, aristokrasi vb. gibi aktif olarak toplumları yönetmiş olan yönetim şekilleri bulunduğu gibi, alternatif bir yönetim biçimi olarak da ütopyalar dikkati çekmektedir. Bilindiği üzere ütopya, ‘olmayan yer’ anlamında kullanılan bir kavramdır. Bu anlama göre, bir şey, varlık dünyasında mevcut değilse bile, en azından zihinde bulunmaktadır. İşte ütopya da zihinde mevcut olan, bir kavramdır; dış dünyada varlığı bulunmamaktadır. Ancak bu, onun gerçekleşmeyeceği anlamına da gelmez; gerçekleşmediği sürece ütopya olarak kalmaya devam eder.
Platon’un ‘Republic’ adlı eseri, bilinen ilk ‘siyaset felsefesi’ kitabıdır. O, bu eseri, bir gelenek başlatmak amacıyla yazmasa bile, “ütopya” geleneğinin başlatıcısı ve doğal olarak da ilk temsilcisi gibi görünmektedir. Ütopya’nın bir gelenek olarak yerleşmesini sağlayan, Platon’dan sonra gelen düşünürlerin, farklı kültür çevrelerinde bulunsalar da, aynı tarzı devam ettirmeleri ve benzer eserler ortaya koymalarıdır. Sözgelişi Türk-İslâm filozofu Ebû Nasr Farabî, ‘el-Medînetü’l-Fâdıla’ ve İngiliz düşünür Thomas Morus, ‘Utopia’ adlı eserlerinde bu tarzın, bir gelenek haline gelmesinde etkili olmuşlardır.
Biz, bu çalışmamızda, ütopya geleneğinin Antik dönemdeki mümessili olan Platon’un ‘Republic’ (Türkçe’si, Devlet- Cumhuriyet) adlı eseriyle, aynı tarzın Rönesans’taki temsilcilerinden biri olan Campanella’nın Civitas Solis (İtalyanca) (Türkçe’si ‘Güneş Ülkesi’, İngilizce’si The City of The Sun-) isimli eserinde ortaya koymaya çalıştığı siyaset anlayışlarını, bazı konularda karşılaştırmaya ve aralarında paralellikler bulunup bulunmadığına cevap aramaya çalışacağız.
Tüm toplum anlayışları gibi ütopyalar da insan mutluluğunu hedef almaktadır. Platon’la başlayan ütopik toplum oluşturma sürecinde filozoflar, hem içinde bulundukları ve ait oldukları toplum ve onun kuramsal düzenleyicisi olan devlet anlayışında rastladıkları aksaklıkları gidermek, hem de kendilerince yeni bir anlayış ortaya koymak için ideal devletin nasıl olması gerektiği yolunda düşünceler oluşturmuşlardır. Bu konuda çaba gösteren filozofların eserlerinin oluşmasında, kendi kültür yapılarının saik olduğu ve farklı şartlar altında yazıldıkları söylenebilirse de, aralarında ortak noktalar da bulunmaktadır. Bu da, eserlerin ilk ortaya konulduğu zamandan itibaren, sonrakilerin bu ilk yazılandan başlamak suretiyle birbirlerinden etkilenmiş olabileceklerini akla getirmektedir.
Nitekim Campanella, Güneş Ülkesi’nin kurumlarını tasarlarken Thomas Morus’un (1478- 1535) “Ütopia” adlı eserini örnek olarak aldığını bildirmekte, bununla beraber Platon’un konuyla ilgili eser yazan ilk filozof olduğunu da belirtmektedir. Bu ifade, Campanella’nın birinci derecede Morus’tan etkilendiği sonucunu ortaya koyuyorsa da hem eserin diğer kısımlarında yer yer bahsetmesi, hem de Platon’un ilk ideal devlet yazarı olması bakımlarından, Campanella ve Platon arasında paralellikler bulunup bulunmadığı dikkatimizi çekmiş, bu durum da bizi, konunun bu yönden araştırılmasına sevk etmiştir. Bu araştırma, detaylı bir karşılaştırmadan çok, konunun esasına taalluk eden noktalarda sınırlı bir karşılaştırmanın yapılmasının uygun olacağı düşünülerek hazırlanmıştır. Şöyle ki:
1. Yazılış Amacı Bakımından Karşılaştırma:
İlk ideal devlet yazarı olan Platon’un, devlet ve onun felsefesiyle ilgilenmesinin sebeplerinden biri, Atina’da bir devlet geleneğinin bulunması ve Atinalıların, devletle ilgili problemleri tartışabilmeleri olabilir. Bu bakımdan Perikles; “Atinalı vatandaş, kendi evine ihtimam gösterdiğinden dolayı, devleti ihmal etmez; hatta iş sahibi olanlarımız bile, politika hakkında epeyce fikir sahibidirler. Biz, sadece kamu problemleri hakkında ilgi duymayan birini, zararsız olarak değil, fakat faydasız bir karakter olarak sayarız; ve pek azımız yaratıcı olsa da, hepimiz politikadan en iyi şekilde anlarız.” demek suretiyle Atinalılar için siyasetle uğraşmanın bir övünç vesilesi olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir toplumun üyelerinin, yaşadıkları ortak hayat içerisinde yönetime eşit katılım hedefi gözetmeleri ve bu beklenti içerisinde olmaları da kaçınılmazdır. Bununla birlikte Perikles’in Atinası’nda bu, hiçbir zaman gerçekleşemedi ve hep bir ideal olarak kaldı. İşte böyle bir ortamda bir filozof olarak Platon’un, siyaset felsefesiyle ilgilenmesi, son derece doğal bir durum olarak ortaya çıkıyor. Öyleyse Platon’un ‘Devlet’ adlı eserini yazmasının sebeplerinden biri olarak, onun Atina’da gördüğü aksaklıkları düzeltme çabasını görebiliriz. Onun bu eseri yazmasının diğer sebepleri arasında, Atina’da sık sık yönetim değişikliği olması; demokratik bir ortam bulunmasına rağmen, Sofistlerin sergilediği olumsuz tablodan dolayı, Sokrates’in bir sofist olarak görülmesi ve suçsuz yere yargılanarak, ölüm cezasına çarptırılması da gösterilebilir.
Bu sebeplerin yanında, daha önce denenen ve Platon tarafından yanlış birer devlet modeli olduğu kabul edilen yönetim şekillerinin de Platon’u, bütün bu düzensizlikleri gidermek, düzenli ve sıkça değişmeyen, insanları üzüp mutsuz etmeyen ideal bir toplum modeli düşünmeye yönlendirmiş olması muhtemeldir.
Rönesans’ın ünlü yazar ve düşünürlerinden biri olan Campanella’nın Güneş Ülkesi adlı eseri de son derece olumsuz şartlar altında kaleme alınmıştır. 1600’lerde ülkesi İtalya’nın İspanyolların bir sömürgesi haline gelmesi, Campanella’yı ülkesi için mücadeleye sevk etmiş ve bu mücadele sırasında yirmi yedi yıl gibi uzun süren bir hapis hayatı yaşamıştır. Mücadelesini hapishanelerde yazılar yazarak devam ettiren Campanella’nın Güneş Ülkesi de bu hapishane hayatının ürünlerindendir. Bu eser, Campanella’nın geniş hayallerinin bir mahsulüdür. Onun da maksadı, vatanı İtalya’yı bir sömürge olmaktan kurtarmak ve insanlarını mutlu etmek olduğu için eserini, herkesin mutlu olduğu bir ülke tarzında tasavvur ederek kaleme almıştır.
O halde bunlar ve bunlara benzer ideal devlet oluşturma çabasındaki çalışmaların hepsinde ortak olan taraf, halkın daha mutlu ve erdemli yaşamasını sağlamaktır denilebilir.
2. Yazılış Tarzı Bakımından
Platon, Devlet’te diyalog yöntemini kullanmıştır. Eserde, toplumun çeşitli kesimlerinden olan insanlarla Sokrates arasında geçen konuşmalara yer verilmektedir. Platon kendisine ait olan ‘İdeal Devlet’ anlayışını, hocası Sokrates’i konuşturarak açıklamaktadır. Campanella da eserini aynı tarzda yani “hayali bir diyalog” tarzında yazmıştır. Burada konuşan iki kişiden biri Ospitalario adını verdiği sorular soran ve diğeri de Güneş Ülkesi’ni anlatan Cenovalı Kaptan’dır. Campanella tıpkı Platon gibi kendi düşüncelerini Cenovalı Kaptan’ın dilinden aktarmaktadır. Buna göre Devlet ile Güneş Ülkesi arasında yazılış yöntemi bakımından bir paralellik görülmektedir.
Bu iki eser arasında yazılış amacı ve tarzı bakımından paralellikler bulunduğu gibi eserlerin muhtevaları ve fikirlerin örgüsü bakımından da benzerlikler var mıdır?
Bunun cevabını Ütopya_3 başılığında bulabilirsiniz..