Cenâb-ı Hakk’ın “Rab” isminin en üst seviyede temsilcisi Hz. Muhammed (sav)’dir. O, Cenâb-ı Hakk’ın bu isminin peygamberler dahil, insanlar arasında en zirve temsilcisi müstesna bir fıtrattır. Tabii O’nun terbiyesi altında yetişenler de peygamberlerden sonra, insanlığın en seçkinleridir. Yeryüzünde, başka bir Ebu Bekir, bir Ömer, bir Osman, bir Ali (r. anhüm) göstermek ve yetiştirmek mümkün değildir. Sadece onlar değil, sahabeden hiçbirinin seviyesine ulaşmak mümkün değildir. Çünkü onlar, bizzat Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişmişlerdir. Yine O’nun terbiye atmosferinde yetişmiş ve daha sonraki asırlara saçılmış inciler de vardır. Onlar da bir ma’nâda, Allah Rasûlü tarafından yetiştirilip terbiye edilmişlerdir. İnsanlığın medar-ı fahrı sayılan bu asil ve seçkin insanların da benzerlerini yetiştirmek kâbil değildir. Fuzayl b. Iyaz, Bişr-i Hafî, Beyazid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Hanife, Şafiî, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, İmam Rabbanî, İmam Gazalî, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Şah-ı Geylanî, Şâzelî, Nakşibendî, Ahmed Rufâî ve Bediüz-zaman gibi daha niceleri.. hep derslerini ve terbiyelerini O’ndan almış ve O’nun terbiye prensipleriyle yetiştirilmişlerdir. Hadis olmasa da, ma’nası hoş güzel bir söz vardır. Evet, gerçi bu sözün, Efendimiz’e isnadı, senet açısından pek mevsuk değildir. Ama bir ma’nada latifdir. O’na isnad edilen bu sözlerinde Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Benim ümmetimin âlimleri, Benî İsrailin peygamberleri gibidir.” Umumi fazilette hiçbir insan nebilere ulaşamaz. Ancak bazı hususi durumlarda onlarla atbaşı olanlar vardır. İşte yukarıda isimlerini zikrettiğimiz ve daha zikredebileceğimiz bütün medar-ı iftiharlarımız bunlardandır. Onlar, âdetâ yeryüzüne tenezzülen gelmişlerdir. Eğer onların yerleri bir başkasıyla doldurulmak istense, herhalde gökteki melekleri yere indirmek gerekir. Çünkü onlar ancak meleklerle temsil edilebilirler.
Bu, Hz. Muhammed (sav)’e has bir keyfiyettir. Evet ancak O’na intisabdır ki, böyle semere vermiştir. Ebedlere kadar da semere vermeye devam edecektir. Bir kuraklık ve çoraklık döneminden sonra, günümüzde hazırlanan ve yarının kudsîleri olmaya azmetmiş tâli’liler arasında da kimbilir nice seçkinler yetişecektir. Evet, esbap plânında bütün ümidimiz onlardadır. Ben, kendimi bildim bileli, ümidimden hiçbir şey kaybetmeden hep onları bekledim ve beklemeye de devam edeceğim...
Allah Rasûlü’nün umumi terbiyesine geçmeden evvel O’nu, hanesindeki terbiyeciliği ile görmeye çalışalım. O bir aile reisidir.. ve hânesinde de evlatları, hanımları ve torunları vardır.
1. Aile Reisi Olarak Hz. Peygamber
Hiç şüphe yok ki, bu hane, yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisiydi. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saadet kokardı. Belki bu hâne, maddî imkânlar yönünden, dünyanın en fakir hanelerinden biriydi; çünkü aylar ve aylar geçerdi de bu hânede bir çorba bile kaynamazdı. Hanımlarına düşen yer ise sadece başlarını sokabilecekleri küçük birer oda veya daracık birer kulübeden ibaretti. Bu bahtiyar kadınlar, Allah Rasûlü’yle haftada ancak bir-iki saat beraber olmayı, dünyanın her şeyine tercih ediyorlardı.. mutluydular, huzurluydular ve son derece mesuddular.
O’nun evlatlarının hepsi, kendisinden evvel vefat etmişti. O’ndan sonraya kalan sadece Hz. Fatıma’ydı, o da, hayatını hep sıkıntı içinde geçiriyordu. Yani Allah Rasûlü ona da müreffeh bir hayat hazırlamış değildi. Ancak, gerek hanımları gerek O’nun gönül meyvesi bu kızı, O’nu delice seviyor ve her şeyden, herkesten aziz tutuyorlardı. Allah Rasûlü’nün onların kalplerinde tasavvurlar üstü mümtaz bir yeri vardı.
Babası vefat edince Hz. Fatıma, günlerce kanlı göz yaşlarıyla cihanı ağlatmış ve yürekleri parçalayan mersiyeler söyleyip durmuştu. Zaten O’nun ayrılığına, o da, ancak altı ay dayanabilmiş derken ardından babasının yanına, hem de büyük bir sevinçle göç edivermişdi. Hiçbir evlat, Hz. Fatıma kadar babasını sevmemiştir. Hiçbir baba da Allah Rasûlü’nün tabiî dengeli olarak evlatlarınıO’nun sevdiği kadar sevmemiştir. O’nun hanımlarıyla olan durumunu da aynı şekilde ifade etmek mümkündür. Hiçbir kadın, Allah Rasûlü’nün hanımlarının, O’nu sevdiği kadar kocasını sevmemiş ve hiçbir koca da hanımları tarafından, Allah Rasûlü kadar sevilmemiştir. O’nun etrafında teşekkül eden, bu en yakın dairedeki sevgi hâlesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Rasûlü, eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hâsıl etmiştir. Sonra bu bağlılık, bu en küçük daireden başlayarak dalga dalga genişlemiş ve âdeta bütün cihanı kuşatmıştır. İşte, bu da O’nun fetanetinin ayrı bir buududur!
Düşünün ki, Allah Rasûlü vefat ettiği zaman, hanımlarının bütününe bile tek bir hâne bırakmamıştı. Hayat boyu hep daracık odalarda yaşamışlardı ve işte onlara bu odalar kalmıştı. Meğazî yazarları, sağıp sütünden istifade edecekleri birer de keçi tevarus ettiklerini söylerler. Kainat, kendisi için yaratılmış olan İki Cihan Serveri, hanımlarına, sadece bunları temin edebilmiş ve onları işte böyle bir fakr u zaruret içinde bırakıp öyle irtihal etmişti. Ancak hanımlarından hiçbiri, hayatının hiçbir döneminde bu durumundan şikayeti işmam eder tek kelime söylememişlerdi. Bir aralık, bir-ikisinin kafasına böyle bir şey geldi ise de Kur’ân’ın ikazıyla hemen zâil oldu. Hz. Ebu Bekir onlara beytülmâlden birşeyler veriyor onlar da bu verilenle iktifâ ediyorlardı. Verilen de öyle âhım-şahım birşey değil, sıradan herkese verilen miktar kadardı. Evet, Ebu Bekir onları, ilk İslâm’a girenler seviyesinde dahi kayırmamış ve ilklere verdiği ölçünün çok altında, o mübarek hanımlara küçük bir maaş bağlamıştı. O, böyle amel etmişti; zira içtihadı bu merkezdeydi. Ancak Hz. Ömer halife olunca, Allah Rasûlü’nün hanımlarına birinci dereceden maaş bağladı. O’na göre peygamber hanımları sene itibariyle ilk İslâm’a girenlerden olmasalar bile, Allah Rasûlü’ne en yakın olduklarından ve kıyamete kadar mü’-minlerin anaları sayıldıklarından Sabikun-u Evvelûn’a dahil edilmeliydiler. Hz. Ömer de böyle düşünmüş ve böyle içti-hatta bulunmuştu. Ancak, bizim ısrarla üzerinde durmak istediğimiz husus bunlar değildir. Dönüp dönüp etrafında tahşidât yapmaya çalıştığımız biricik mesele, Allah Rasûlü’-nün terbiye adına hanımlarına kazandırdığı erişilmez seviye meselesidir. O nasıl bir terbiyecidir ki, beraberlikleri çok kısa sürmesine rağmen hanımlarının gönüllerine ve ruhuna öyle bir girmiştir ki, artık O’nun ötesinde hiçbir şey düşünemez olmuşlardır. Halbuki dünya adına onlara verdiği şey sadece yukarıda işaret ettiklerimizden ibarettir. Demek ki O’nda apayrı bir cazibe vardı.. ve bu câzibe ile âdeta çevresini büyülüyordu. İşte, bu durum da yine O’nun risaletinin ayrı bir yönünü dile getirmektedir.
Allah Rasûlü’nün çok kadınla evlenmesinin, O’nun risaletine bakan apayrı bir delil olma keyfiyetini yeri gelince arzedeceğimizden, o meseleye şimdilik girmeyeceğiz. Ancak, burada şu kadar söyleyelim ki, Efendimiz’in mübarek hanesi, kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Efendimiz’in hususî durumları, hep o mahrem daire içinde öğreniliyor ve orada öğrenilenler de daha sonra ümmete naklediliyordu. Aile hayatına ait hükümlerin yüzde doksanı bize, Allah Rasûlü’nün pâk zevceleri tarafından aktarılmıştır. Dolayısıyla, O’nun hânesinde, seviye ve durum itibariyle muhtelif kadınların bulunması bir zarurettir. Allah Rasûlü, sırf dinin hükümleri zayi olmasın diye, 53 yaşından sonra birçok kadınla evlenmeye göğüs germiş ve bir ma’nâda fedakârlık yapmıştır.
Evet, Allah Rasûlü’nün hanesinde çok kadına ihtiyaç vardı. Zira, erkekler, her zaman mescitte oturup Efendimiz’i dinleyebiliyorlardı. Eğer birisi o günkü sohbetleri kaçırdıysa, arkadaşları bütünüyle onun bu noksanını telafi edebiliyor ve o gün konuşulanları aynen ona nakledebiliyorlardı. Fakat kadınlar, ekseriyet itibariyle böyle bir mazhariyetten mahrum kalıyorlardı. Çünkü onların, her an Allah Rasûlü’nü dinleme imkânları yoktu. Bu durumda kadınlara, hususiyle de kadınlığa ait meseleleri kim anlatacaktı? Allah Rasûlü’nün hususi hayatını, tabiatıyla ilgili durumları, yatak odasında yaşadığı edep ve ahlâkı ümmete kim intikal ettirecekti? Acaba, dini, bütün prensipleri, bütün esas ve disiplinleriyle anlatıp intikal ettirmeye bir kadının gücü yeter miydi?
Beşeriyet itibariyle, diğer kadınların maruz kaldıkları arazlara, onlar da maruz kalacaklarına göre, böyle hususi durumlarda, Efendimiz’e ait yeni bir hüküm bahismevzuu oldu-ğunda, bir tek kadın buna nasıl güç yetirecekti? Hayır, bir kadın bütün bu durumları tek başına intikal ettirmeye gücü yetmez ve yetemez.
Onun için de, her zaman, Allah Rasûlü’nün durumunu kollayıp bize aktaracak, O’nunla sürekli içli dışlı olacak çok kadına ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç asla, Efendimiz’in beşeriyetiyle alâkalı değildi. Tamamen dinî ihtiyaçtan kaynaklanan bir zaruretti. Allah Rasûlü de böyle zaruretten dolayı böyle bir ağır yükün altına girmişti.
Bu kadınlar, kendi kavim ve kabilelerinin Allah Rasûlü’ne, karabet bağıyla bağlanmalarına vesile oldukları gibi, yüzlerce, binlerce hadisin korunmasına da en büyük vasıta yine onlar olmuştu. Şunu kat’iyetle söylemeliyim ki, kadınlık âlemi, Allah Rasûlü’nün hanımlarına çok şey borçludur. Bütün kadınlar, başlarını onların mübarek ayaklarının altına kaldırım taşı gibi sıralasalar, yine onların hakkını ödeyemezler; evet onların dine bu kadar hizmetleri olmuştur.
Demek oluyor ki, Allah Rasûlü’nün onlarla evlenmesi, ne cismanî bir ihtiyaçtandı çünkü Arabistan gibi sıcak bir yerde 53 yaşına gelmiş bir insanın çok kadınla evlenmeye ihtiyacı olduğu kat’iyen söylenemez ne de hanımlarının O’nunla evlenmesi, O’nun cismaniyetiyle veya dünyalığıyla alâkalıydı. Zira O, insanların en fakiri olarak yaşıyordu. Hanımları da O’nun bu durumunu bilerek, O’na zevce olmaya talip idiler. Allah Rasûlü, aynı zamanda, bunlar arasında adalet ve hakkaniyetle muamelede bulunuyor, herbirine ancak haftada bir uğrayabiliyordu. Fakat, evvel-âhir, bütün hanımları O’ndan bahsederken şöyle diyorlardı: “Allah Rasûlü, insanların en güler yüzlüsü, hanımlarıyla en çok latife yapanıydı.”
Rica ederim, evinde uzun müddet yiyecek bulamayan, üzerlerine giydikleri elbiselerini de çok uzun müddet giymek zorunda kalan bu kadınlar, beşeriyetleri icabı, biraz hiddet göstermeli değil miydiler? Ama hayır. Onların, Allah Rasûlü’ne karşı rıza ifade eden hareketlerinden başka birşey bilmiyoruz. Tarih ve siyeri dikkatle tetkik edenlerin bana hak vereceklerini zannediyorum.
O, peygamberliğin ruhundaki mehabet ve vakara rağmen, hanımlarıyla latifeleşirdi. Onlarla kaynaşır, bütünleşir ve içli dışlı olurdu. Arada ince bir perde kalırdı ki, o da, Allah’la irtibatlı bulunmanın hasıl ettiği uhrevîlikdi, zira O, bir peygamberdi. Hanımları da her şeyden evvel O’nun ümmetiydiler...
O’nunla münasebet ve alâka boşluğunu doldurmak mümkün değildi. Zira O, bu yönüyle de müstesna idi. Hanımları da asla O’nsuz bir dünya düşünemiyorlardı. Ve düşünemezlerdi de.
Sevde Validemizle, daha Mekke’de iken nikah akdi yapılmıştı. Yani Allah Rasûlü’nün ikinci hanımı Sevde, validemiz oluyordu. Ancak hangi mülâhaza ile bilemiyoruz, bir aralık Allah Rasûlü, bu validemizi boşamak istedi. Kadın bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Ve hemen Allah Rasûlü’nün huzuruna koştu. Hatta araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen’den dünyalık hiçbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir günü de Aişe’ye verdim. İstersen ömür boyu benim hatırımı sormak için dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikahın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben âhirete de Sen’in nikahlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hiçbir düşüncem yok.”1 Onun bu arzusu Allah Rasûlü tarafından kabul edildi ve Sevde Validemiz Ezvac-ı Tahirât’tan biri olarak kaldı.İşte, Allah Rasûlü, onların gönüllerinde böyle yer etmişti. Eğer onlardan birini boşamış olsaydı, şüphesiz o, başını O’nun eşiğine kor ve kıyamete kadar beklerdi.Hz. Hafsa Validemiz’den bir rahatsızlık hissedince, “isterse ona yol vereyim” gibi bir ifade kullandı. Bu kadarcık ifade bile, Hz. Hafsa’nın kolunu kanadını kırmaya yetti. Araya girenler, Hz. Hafsa’nın, nasıl çok namaz kılan, oruç tutan bir insan olduğunu Allah Rasûlü’ne anlata anlata bitiremiyorlardı. Bütün bu söz ve tavassutlardan sonra Allah Rasûlü’ne yalvararak, Hafsa’yı boşamamasını istirham ettiler2. O da, bu en vefalı arkadaşının, en vefalı kerimesine, saadet hücresi sâkineliğini bir kere daha tescil etti.
Onlar, Allah Rasûlü’nden ayrı kalmayı ölümden beter bir musibet olarak kabul ediyorlardı. Bu duyguda hemen bütün hanımları müşterekti.. ve hiçbiri farklı düşünmüyordu. Zira İki Cihan Serveri, onların gönüllerine sökülüp atılamayacak şekilde taht kurmuş, içlerine girmiş ve onlarla tam olarak bütünleşmişti. O mübarek, o yumuşak, o tabii, o fıtrî hayatını onlarla öyle paylaşmış idi ki, O’ndan ayrılmaları mümkün değildi. Şayet ayrılsalardı, havasız kalmış gibi öleceklerdi.
Doğrusu, O’nun vefatından sonra gördüğümüz manzara hasrettir, hicrandır ve hüzündür. Hz. Ebu Bekir ve Ömer, Allah Rasûlü’nün hanımlarından her uğradıklarını hıçkıra hıçkıra ağlıyor bulmuşlardı3. Hatta onlar da oturup beraber ağlamışlardı ve bu ağlama onlarda âdeta bir hayat boyu devam etti. İşte Allah Rasûlü, onlarda böyle silinmez iz ve çizgiler bırakmıştı. Belki beraberlikleri çok kısa sürmüştü ama, İki Cihan Serveri onlar için âdeta bir hayat kaynağı olmuştu. Zaten bizim anlatmak istediğimiz husus da budur. Evet, O’nun aile reisliği de yine Allah’ın Rasûlü olduğu hakikatini haykırmaktadır.
Bir dönemde, beraber bulunduğu dokuz kadar hanımını, bir arada hem de ciddi hiçbir probleme meydan vermeden idare etmişti. O, işte bu kadar ince ve narin bir aile reisiydi.Vefatından birkaç gün evvel: “Kul, Rabbiyle dünya arasında muhayyer bırakıldı. O, Rabbini seçti” demişti. Fetanet insanı Ebu Bekir, bu sözü duyunca hıçkırıklarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı4. Zira anlamıştı ki, o kul, bu sözü söyleyenin ta kendisiydi. Rahatsızlığı fazla sürmedi. Gün geçtikçe hastalığı şiddetleniyor ve şiddetli baş ağrılarıyla kıvrım kıvrım kıvranıyordu. İşte bu esnada dahi, hanımlarına karşı incelik ve nezaketini terketmedi. Hanımları arasında gezecek hali olmadığından bir odada kalmasına müsaade edilmesini talep etti. Bütün hanımları O’nun bu arzusuna “evet” dediler. Allah Rasûlü de son günlerini Hz. Aişe’nin odasında geçirdi5. Evet, en ağır şartlar altında bile O, hanımlarının hak ve hukukuna riayetkâr davranıyordu. İşte O, böyle bir ruh insanıydı.
2. Hanımlarına Verdiği Değer
Allah Rasûlü’nün kadına verdiği değer, ne o güne kadar ne de o günden sonra cihanda eşi görülmedik bir seviyede idi. O bir gece kalkıp hanımlarından birinin hatırını sorsa, hemen diğer hanımlarını da dolaşır, onların da hatırını sorardı. Davranış bakımından hiçbirini diğerine tercih eder görünmezdi. Herkes gibi, hanımları da, kendilerini Allah Rasûlü nezdinde en sevgili sanırdı. Bu da O’nun eşsiz mürüvvetinden kaynaklanıyordu. Ancak kalbî temayüllere hiçbir insanın hakim olması söz konusu edilemeyeceği gibi, bu “teklifi mâ lâ yütak” O’ndan da beklenmemeliydi. O’nun için Allah Rasûlü, elinden gelmeyen bu kalbî temayül
lerinden de Cenâb-ı Hakk’a istiğfarda bulunuyor ve şöyle diyordu: “Farkına varmadan, birini diğerlerinden çok sevebilirim, bu da bir haksızlık olur. Onun için ey Rabbim! Elimden gelmeyen bu hususta Senin Rahmetine sığınıyorum...” 6
Aman Allahım! Bu ne incelik bu ne zerafettir! Sorarım size: Siz bir kızınızla diğer kızınız veya bir oğlunuzla diğeri arasında şimdiye kadar aynı inceliğe riayet edebildiniz mi? Bu “Hayır”ı sizler namına müsaadenizle ben söyleyeyim. Evet, “yüz bin defa hayır!” “Hayır” bir yana, bizler, kalbî temayüllerimizi saklayabilirsek bunu bir marifet ve irade gücümüze bir alâmet telakki eder; hatta, bazen, şecaat arzeden kıptî misali, bu marifetimizi anlatırız da. Halbuki Allah Rasûlü, kalbinden geçmesi muhtemel böyle bir temayül fazlalığından dolayı Cenâb-ı Hakk’a istiğfarda bulunuyordu.
O’ndaki bu incelik, hanımlarının ruhlarına, bütün letafeti ve nuraniyetiyle sirayet etmiş olacak ki, O’nun ayrılışı geride hiç bitmeyen bir hicran ve hasret bırakmıştı. Belki, İslâm menettiği için canlarına kıymıyorlardı ama, Allah Rasûlü’nün ayrılışından sonra, hayat onlar için uzun bir çığlıktan, bitmeyen bir melâlden ibaret olmuştu. Aslında, Allah Rasûlü, bütün kadınlara karşı kibar ve ince davranıyor ve böyle davranılmasını da herkese tavsiye ediyordu. Başkasına söylediklerini de, pratik olarak, bizzat kendi hanımlarında gösteriyordu. O’nun bu davranış inceliğini Buharî’de şöyle görüyoruz: Hâdiseyi bize Saad b. Ebî Vakkas, Hz. Ömer’den naklediyor. Hz. Ömer diyor ki:“ Bir gün Allah Rasûlü’nün huzuruna girdim. Baktım Allah Rasûlü, durmadan tebessüm ediyor: “Allah Seni ebediyyen güldürsün, Ya Rasûlallah, niçin gülüyorsunuz?” dedim. Yine tebessümle şu cevabı verdi: “Şu kadınların haline gülüyorum. Oturmuş benim yanımda konuşuyorlardı. Senin sesini duyunca her biri bir yere saklandı.” Allah Rasûlü’nün bu cevabı üzerine sesimi yükselttim ve: “Ey nefislerinin düşmanları! Demek benden korkuyorsunuz; Allah Rasûlü’nden korkmuyor ve O’nun yanında saygısızlık yapıyorsunuz öyle mi?” dedim. Bana cevap verdiler: “Sen katı ve şiddetlisin!”7
Aslında Hz. Ömer de hiddetli ve şiddetli davranmıyordu. O da kadınlara karşı inceydi. Ancak en güzel insan, nasıl Hz. Yusuf’a kıyas edildiğinde çirkinleşir, öyle de Hz. Ömer’in incelik ve zerafeti de, Allah Rasûlü’nün incelik ve zerafetine kıyas edildiğinde, hiddet ve şiddet şeklinde görünüyordu. Bu izafî hüküm, Ömer’i, Allah Rasûlü’ne kıyas etmekten kaynaklanıyordu. Halbuki, hiç kimseyi O’na kıyas etmek mümkün değildi...
Evet, onlar, Allah Rasûlü’nün yumuşaklığı, inceliği, zerafeti ve letafetine iyiden iyiye alışmışlardı. Onun için de Hz. Ömer’in davranışları onlara sert ve haşin geliyordu. Oysa ki, Hz. Ömer (ra) gelecekte, peygamberliğe ait hilafet yükünü, eksiksiz omuzlamaya namzet biriydi. Kılı kırk yararcasına yaşayacak ve peygamberlerden sonra en büyük örneklerden biri olacaktı.. ve günü gelince oldu da... O, bütün hareketlerinde hakkaniyet arıyor ve eğriyi eğri görüp göstermeye, doğruyu da doğru görüp göstermeye azamî gayret sarfediyordu...
Onda, onu hilafet makamına getirecek bir ruh haleti vardı. Bu ruh haleti başkalarına sert gelebilirdi. Ne var ki, Hz. Ömer, ileride temsil edeceği büyük davayı omuzlamaya, ancak, böyle bir ruh haletiyle muvaffak olacaktı.. ve oldu da.
3. Hanımlarıyla İstişaresi
Allah Rasûlü, hanımlarıyla oturur konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini bile yapardı. Peygamberin, onların düşünce ve fikirlerine kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyeddi. Ancak, O, ümmetine birşeyler öğretmek istiyordu. Bu da; o güne kadar kadın, olanın aksine, çok muallâ bir yere oturtulacaktı. Allah Rasûlü bunun pratiğine de yine kendi hânesinden başlıyordu.
... Ve bir misâl
Hudeybiye anlaşması, müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki kimsede yerinden kımıldayacak mecal kalmamıştı. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye niyet edenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahâbe, “acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?” düşüncesiyle, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Fakat, sahabedeki ümitli bekleyiş değişmedi.. evet, bu asla, Allah Rasûlü’ne karşı bir muhalefet değildi. Şu kadar var ki, onlar daha değişik bir emir bekliyorlardı. Zira Kabe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı.
Hudeybiye’de söylenenler, tatbik safhasına konmayıp anlaşmada bir değişiklik olabilirdi.
İki Cihan Serveri, sahâbedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve hanımı Ümmü Seleme Validemiz’le istişare etti. Bu ufku geniş kadın, sırf istişarenin hakkını vermek için konuştu. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Rasûlü onun diyeceklerine kat’iyen muhtaç değil.. Allah Rasûlü, bu istişare ile bize, içtimaî bir ders veriyordu. Bu gibi durumlarda kadınlarla istişare edilmesinde de hiçbir mahzur yoktu.
Validemiz, Allah Rasûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Ya Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara birşey demeden de ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez Sana itaat edeceklerdir.” Allah Rasûlü de böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak, kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahâbe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldular. Artık verilen karardan dönüş olmadığını herkes anlamıştı.8
Sormadan edemeyeceğim: Hangimiz, kadınlara karşı bu denli mültefit olabilmişizdir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? Soruları çoğaltıp, bütün içtimaî ünitelere aynı soruyu yöneltebiliriz? İslâm’ın kadını esir ettiğini söyleyen bütün şom ağızların kulakları çınlasın! Acaba hangi feministin ufku bu seviyeye çıkabilmiştir?
Evet, şûra ve meşveret de, her hayırlı iş gibi ilk defa peygamber hânesinde hecelendi.. ve Allah Rasûlü, kendi hanımlarıyla istişare etti. Biz henüz bu anlayışın sofasında dolaşıp duruyoruz, dolaşıyor ve bu sırlı kapının nereden açılacağını bilemiyoruz. Hatta, henüz o kapının tokmağına vurma imkânını dahi elde edemedik. Evet bugün kadın haklarını koruduklarını iddia edenlerin bile düşüncelerinde, kadın hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan kurtulmuş değildir. Oysa biz, kadına, bir vâhidin yarısı nazarıyla bakıyoruz. O, öyle bir bütünün parçası ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Ancak her iki parça bir araya gelince insanlık vahidinin teşekkül edeceğine inanırız. Bu vahidin olmadığı yerde, insanlık da yoktur. Enbiyâ, asfiyâ da yoktur, İslâmiyet de yoktur, millet de yoktur.Efendimiz, nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkâr davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu!
Bir hadislerinde şöyle buyurur: “Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. (Ahlâk ile insan öyle zirveleri tutar öyle insanî semalara yükselir ki, hiçbir ibadetle o makamları elde etmek mümkün olmaz.) Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarına en güzel davrananınızdır.”9
Görülüyor ki, eğer kadınlık, insanlık tarihinde bir kere aradığını bulmuş ve bir kere gerçek ma’nâda onurlandırılmışsa o da Hz. Muhammed Aleyhisselâm döneminde olmuştur.
4. Tahyîr Hâdisesi
Tahyîr, Allah Rasûlü’nün hanımlarının, Efendimiz’le birlikte yaşayıp yaşamama mevzuunda muhayyer bırakılmaları hadisesidir. Mebdei ne olursa olsun, bu hâdise, Allah Rasûlü’ ne bizzat Cenâb-ı Hakk’ın emridir. Mevzu ile alâkalı âyet aynen şöyle demektedir: “ Ey peygamber! Hanımlarına söyle: ‘Eğer dünya hayatı ve onun zinetini istiyorsanız, gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır’” (Ahzab, 33/28-29).
İhtimal, Efendimiz’in hanımlarından bazıları, belki biraz daha müreffeh bir hayat istemiş.. ve: “Acaba biz de diğer müslümanlar gibi biraz daha rahat yaşayamayız mı? Hiç olmazsa günde bir kerecik olsun çorba içemeyiz mi? Giyim ve kuşamımıza biraz daha çeki düzen veremeyiz mi?” demişlerdi. İlk nazarda, kalplerinden geçen bu ve benzeri talepler, meşru dairede olduğundan, gayet masum ve haklı gibi görülebilir. Halbuki onlar, öyle bir hânede bulunuyorlardı ki, bu hâne kıyamete kadar gelecek İslâmî yuvalara örnek olacaktı. Bu yönüyle de Peygamber hanımları işin merkezinde bulunuyorlardı. Dolayısıyla da, diğer müslüman kadınlar gibi hareket edemezlerdi; çünkü onlar mukarrebîndendi. Diğerleri için sevap sayılan şeyler, Allah Rasûlü’nün hanımları için günah kabul edilmeliydi...
Allah Rasûlü, onlardan bazılarında böyle bir arzu hissedince, hemen bir tavır ayarlamasına geçti. Kendileriyle görüşmeyeceğine dair yemin etti ve evinin cumbasına çekildi. Hâdise hemen duyulmuştu. Herkes hüzün ve üzüntü içinde mescide koştu ve ağlamaya durdu; zira Allah Rasûlü’nü kederlendiren en küçük bir hâdise dahi müslümanları ağlatmaya yetiyordu. Bütün müslümanlar Allah Rasûlü’yle o derece bütünleşmişlerdi ki, evinde cereyan eden çok küçük bir huzursuzluk hemen duyuluyor ve müslümanlar Allah Rasûlü’nü üzen bu hâdisenin ortadan kalkmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. O gün de böyle olmuştu.
Allah Rasûlü’nün bu tavır ayarlamasına “İ’lâ Hâdisesi” de denir. Hâdiseye, bir yukarıdaki mülahazalarla bir de daha farklıca yaklaşanlar vardı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer bu ikinci katagoride yerlerini alanlardandı. Zira kızları da bu işin içinde bulunuyordu. Herkes gibi durumdan haberdar olan Hz. Ebu Bekir ve Ömer de mescide koştular.Allah Rasûlü’nün yanına girmek için izin istediler; fakat kendilerine izin verilmedi. Onlar da diğerleri gibi mescidde beklemeye başladılar. Ancak üçüncü taleplerinde izin çıktı ve içeriye girdiler sonra da kızlarını tartaklamaya başladılar. Allah Rasûlü, uzaktan manzarayı seyrediyordu.. ve bu esnada, sadece bir tek cümle söyledi: “Bunlar benden, elimde olmayan şeyler istiyorlar.”10 Oysaki, Kur’ân onlara hitaben:
“Ey peygamber hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz!” (Ahzab, 33/32)
diyordu. Belki başkaları sadece farzları yapmakla kurtulabilir ama, merkezde bu işe omuz verenler, O’nun hareminde pek çok hakaikin mahremi râz’ı olanlar, bu işe bütün varlıklarını feda etmelidirler! Etmelidirler ki, merkezde za’f hissedilmesin. Evet, Peygamber kadını olmanın kendine göre büyük avantajları vardı; elbette ki, riski de o kadar büyük ve ağır olacaktı. Allah Rasûlü, onları dîn u dünya için misal olmak üzere hazırlıyordu. Ahirete ait nimetleri dünyada yiyip (Ahkâf, 46/20) âyetinin tokadına ma’ruz kalmasınlar diye, onların üzerine tir tir titriyor ve iki gözü gibi korumaya çalışıyordu. Onun için de bazı bakımlardan peygamber hânesinde sıkıntılı bir hayat yaşanıyordu. İşte bu sıkıntılı hayattan dolayı yer yer açık veya kapalı, bazı küçük talepler de oluyordu. Ancak onların konumları bir başkası gibi değildi. Bulundukları durumun gereği bazı sorumlulukları vardı.. evet, onlar, herkes gibi gülemez, herkes gibi yiyip-içemezlerdi. Nitekim, bazı büyükler bütün bir ömür boyu, sadece bir iki defa gülmüş.. bazıları da hayatta bir kere dahi karınlarını doyurmamışlardı...Fuzayl b. İyaz, hiç gülmemişti. Onu, sadece bir kere gülerken gördüler ve hayret edip sordular. O da, gülmesinin ki o gülme değil bir tebessümdü sebebini şöyle izah etti: “Bugün bana oğlum Ali’nin vefatını haber verdiler. Allah seviyormuş diye sevindim, onun için tebessüm ettim.”11
Şimdi, büyüklerde durum böyle olunca, bütün bu bü-yüklerin büyüğü ve bütün ümmetin anaları durumunda olan Allah Rasûlü’nün pâkize hanımları, elbette çok farklı olacaklardı.
Dünya ve ukbada Allah Rasûlü’yle beraber olma liyakatı, çok da öyle kolay elde edilebilecek bir pâye değildir. Onun için âyetin işaretiyle bu müstesna kadınlar, bir irade imtihanı vermekteydiler. Allah Rasûlü onları, kendi fakir, yoksul hânesiyle, dünya debdebe ve alâyişi arasında muhayyer bırakıyordu. Eğer dünyayı tercih edecek olurlarsa, İki Cihan Serveri, onları istedikleri dünyalıkla lütuflandıracak ama, sonra da salıverecekti. Yok, eğer Allah’ı ve Allah Rasûlü’nü tercih edecek olurlarsa, şimdiye kadar yaşadıkları hayat standardına râzı olmaları gerekecekti. Çünkü bu, o hanenin hususiyetiydi. Madem ki bu hâne müstesna bir hâneydi; o halde onun sâkinleri de müstesna olmalıydı. Aile reisi zaten müstesnaydı. Öyleyse o aile reisine tâbi hanım ve çocuklar da O’nun gibi olmak zorundaydılar.
Allah Rasûlü ilk defa Hz. Aişe Validemiz’i çağırdı ve ona: “Seninle birşey görüşmek istiyorum ama, baban ve annenle konuşmadan karar vermekte acele etme” dedi. Sonra da mevzunun başında zikrettiğimiz âyeti ona okudu. Hz. Aişe’nin cevabı tam sıddîk babanın, sıddîka kızına yakışır şekildeydi: “Ya Rasûlallah! Ben ana ve babamla bu mevzuda mı konuşacağım? Vallahi ben Allah ve Rasûlü’nü tercih ediyorum” dedi.
Daha sonrasını Validemiz şöyle anlatıyor: “Allah Rasûlü hangi hanımıyla konuştuysa, hepsindan aynı cevabı aldı. Bu hususta hiç kimse farklı bir mütalâa beyan etmedi. Ben ne demiş isem onlar da aynı şeyi söylediler...” 12
Hep aynı şeyi söylediler; çünkü hepsi Allah Rasûlü’yle âdeta bütünleşmişlerdi.. ve aksini söyleyemezlerdi. Eğer Allah Rasûlü onlara:“Bütün bir hayat boyu oruç tutacaksınız ve hiç iftar etmeyeceksiniz” deseydi, buna da seve seve katlanacaklardı.. ve katlandılar da.. hem öyle katlandılar ki, bu uzun orucun iftarı, Hz. Azrail’in sunduğu ölüm şerbeti oldu.O’nun zevceleri arasında, saray hayatı yaşamış olanlar da vardı.. ve Hz. Safiyye bunlardandı. Hayber’de babasını ve kocasını kaybetmişti. Bunların ikisi de Hayber’in efendileriydi. Safiyye harp esirleri arasında bulunuyordu.. ve onurlu kadına bu durum çok dokunmuştu. Bu itibarla da, Allah Rasûlü’nü görünceye kadar, belki dünyada en çok kızdığı insan O’ydu. Ancak, O’nu görünce bütün duyguları değişmişti13. Evet, Allah Rasûlü’nün hânesinde karnını dahi doyuramayacak bu ağır hayata katlanan, Safiyye gibi saraydan gelme kadınlar da vardı. Vardı ve o da diğer kadınlarla aynı hayatı paylaşıyordu. Evet, Allah Rasûlü, o incelerden ince şahsiyetiyle onların gönüllerine öyle bir girmişdi ki, ne pahasına olursa olsun, O’nunla beraber bulunma bütün hanımlarının biricik gayesi haline gelmişti.
Safiyye Validemiz, kök itibariyle yahudiydi. Kadınlardan biri bunu bir gün onun yüzüne vurmuş ve ona: “Ey yahudi kızı” demişti. O bu durumu Allah Rasûlü’ne aktarmış ve üzüntüsünü dile getirmişti. Efendimiz de onu şöyle teselli etmişti: “Bir daha sana böyle birşey diyecek olurlarsa, sen de onlara şu cevabı ver: ‘Benim babam, Hz. Harun, amcam Hz. Musa, kocam da gördüğünüz gibi, Hz. Muhammed Mustafa’dır. Siz bana karşı neyinizle övünüyorsunuz?’”14 Ve Safiyye, Allah Rasûlü’nün huzurundan ayrılırken, bütün üzüntülerini geri bırakmış, öyle ayrılıyordu. Çünkü onun kocası Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ydı. İhtimal, ondan sonra bu sözler, onun dudaklarına sık sık misafir olacaktı.
Hülasa Allah Rasûlü’nün aile reisliği mükemmellerden daha mükemmeldi: Bu kadar kadını, bu kadar rahat idare etmesi ve hepsi tarafından da son derece sevilmesi.. hattâ onların kalplerinin sevgilisi, akıllarının muallimi, ruhlarının da terbiyecisi olması.. ve bütün bunları yaparken de vazifesinden zerre kadar taviz vermeyip, devlete, millete ait işlerde hiç mi hiç ihmal göstermemesi, O’nun risaletinin apaçık bir delil ve bürhanıdır. Eğer, başka hiçbir delil olmasaydı, O’nun risaletine delil olarak aile reisliğinde ta’kip ettiği çizgi yeterdi.